KELENDERİS'TEN AYDINCIK'A

KELENDERİS'TEN AYDINCIK'A

18 Şubat 2014 Salı

ÖLÜM KONDU PENCEREME

           
            Yatağımda iki büklüm, sucuk gibiyim. Çarşaf da sırılsıklam. Başımı yorgandan dışarı çıkarıyor, doğrulmaya çalışıyorum. Eşimi çağıracağım. Sesim kısık. Pencereye kayıyor gözlerim. Perde açık. Hava kararmak üzere. Bana bakan kıpkırmızı, pörtlek bir çift göz. Zayıf, esmer bir yüz, fırın gibi bir ağız, bembeyaz, kocaman dişler. Kara kukuletalı, kara cüppeli. Omuzlarına iriyarı bir kartal konmuş. Sağ elinde tırpan, sol eliyle “Gel, gel” işareti yapıyor. Gözlerimi sıkıca yumuyor, yorganı da iyice çekiyorum tepeme. Kalbim olanca gücüyle çarpıyor, yerinden fırlayıp gidecek sanki. 
            Yaşam yoldaşım gelmiş, perdeyi kapatmış, ışığı açmış. Hiç haberim yok. Yorganı kaldırıp da, “Nasılsın, Bi’tanem” deyice, açıyorum gözümü. Çamaşır değiştireceğim ama kollarımı kaldıracak gücüm yok. Gözkapaklarımsa düşü düşüveriyor. Kan ter içinde kalıyor eşim, çamaşırlarımı değiştireceğim derken. Sonra çıkıyor odadan. Tırpanlı yeniden gösteriyor kendini. Zayıf ince uzun. Bir oraya bir buraya zıplayıp duruyor. Elini uzatıyor bana. “Haydi gidelim” diyor. Gücüm olsa kaçacağım odadan. Umarsız, bildiğim tüm duaları okuyorum. Ardından yan dönüyor, gözlerimi kapatıyorum. Midem bulanıyor. Karnım kütük gibi. Birkaç gündür tuvalete de çıkamıyorum. 
                Döndürüyor beni Kara Cüppeli, zorla gözlerimi açıyor. Burun burunayız. Kulakları çınlatan bir kahkaha atıyor. Sonra da geçip oturuyor üstüme, başlıyor zıplamaya. Bir ter boşanıyor, bir ter… 
                 Kucaklıyor beni, çırpıyor koca kanatlarını. Uçuyoruz dipsiz bir kuyuya doğru. Bir tarlaya iniyoruz. Ölen tüm akrabalarım orada. Kimi sebze topluyor kimi meyve. “Bundan sonra sen de onlarla birlikte olacaksın” diyor. Yani ben, şimdi ölü müyüm, diyorum. Yanıtlamıyor. 
                 Yaşam arkadaşım odama gelince rahatlıyorum. Tırpanlı iniyor üstümden ve gizemli bir şekilde yok oluyor ortadan. Bir kez daha çamaşır değiştiriyorum. 
                Yemek saati. Hiç iştahım yok. Yarım kâse çorbayı zor içiyorum. Hep böyle oluyor her kemoterapi sonrası. Her seferinde de üçüncü gün ancak toparlayabiliyorum kendimi… 
              Ertesi gün akşamüzeri hem göğsümde hem sırtımda daha öncekilerden farklı bir ağrı duyumsuyorum. Hemen acil servise. Birkaç saat sonra tanı konuyor: Kalp krizi. Yoğun bakıma götürülüyorum. Kocaman bir salon. Yataklar birbirlerinden perdelerle ayrılıyor. Benimki pencereye karşı…
           
Tırpanlı’yı bu kez de yoğun bakımda görüyorum. “Cenaze arabasını çağırayım mı” diyor. Ne cenazesi, ne arabası diyorum. “Unuttun mu yoksa üç ay önce Ankara’ya gelirken, yolda kendi kendine söylediklerini?”
                   Çok iyi anımsıyorum o yolculuğu, o ölümden kaçışı. İki ay boşuna oyalanmıştım oralarda. Ne hap ne iğne işe yaramıştı. O adı kötü hastalıktan kuşkulanmaya başladım. Belki başlangıç aşamasındadır. En iyisi Ankara’ya gitmek dedik, nasıl olsa evimiz de var orada. Düştük yola. Arabayı kendim kullanıyordum. Dönüşüm nasıl olacaktı acaba, kendi arabamla mı yoksa cenaze arabasıyla mı dönecektim? Bunu anımsatıyor olmalı Tırpanlı. 
                     Sinirlerim bir kez daha bozuluyor. O an keşke eşim yanımda olsaydı diyorum. Hayır, hayır! Çok bencilce bir düşünce bu. Zaten olası da değil, refakatçi kabul edilmiyor. Böyle olması daha iyi. Hastanede kalacağım sürede, belki o da dinlenir biraz. Çok yorulmuştu gerçekten. Kolay mı benim gibi bir hastaya bakmak! Çok değişmiş, huysuz bir ihtiyar olmuştum, tam bir sinir küpü. Ama o, iyi günde de kötü günde de hep yanımda olmuştu. En ters davrandığım anlarda bile bırakmamıştı elimi, can yoldaşım. “Gitmek yok. Beni yapayalnız bırakamazsın. Gayret et, salıverme kendini. Biz nelerin üstesinden gelmedik ki! Bunu da atlatacağız” diyerek yüreklendirirdi beni. 
                     Tırpanlı geliyor yanıma, tutup kolumdan çekiyor. “Oyun bitti. Haydi, gidiyoruz. Kanser artı kalp krizi, bunlardan daha iyi bahane mi olur seni götürmek için! Nasıl olsa hazır da sayılırsın: Arabanı, kredi ve banka kartlarını, banka hesap cüzdanlarını, tapularını, cüzdan ve kimliğini teslim ettin ya sevgili eşine, diyor ve o korkunç kahkahasını bir kez daha atıyor. 
                    Hayır diyorum, hayır. Gitmeyeceğim, daha yarım kalmış işlerim var, benim. Sonra, her hastalığın sonucu ölüm değil ki! Çek git lütfen rahat bırak beni… 
                     Yine kan ter içindeyim. Perdeleri çekip, bin bir güçlükle üstümü değiştiriyorum. Kahvaltı saati. Yaşama tutunmak için yiyorum. Bir doktor bana anjiyo yapılacağını söylüyor. Bir süre sonra da alıp götürüyorlar. Tırpanlı haklı galiba diyorum. Hem kanser hem kalp. Al sana iyi bir ölüm nedeni. Bir korku düşüyor içime. Ya masada kalırsam! Korkunun ecele faydası yok; vade yetmişse fiş prizden çekilecek, ampul de sönecektir.
                     Her şey yolunda gidiyor. Yeniden yoğun bakımdayım. Bir kadın hasta bağırıyor yanı başımda: “Hey, Allahım! Neden ben, he? Neden ben? Ne istedin de yapmadın? ‘Namaz kıl’ dedin, kıldım. ‘Oruç tut’ dedin, tuttum. ‘Zekât ver’ dedin, verdim hem de misli misli. Açları doyurdum, çıplakları giydirdim. Köyüme cami bile yaptırdım. Ne istedin de yapmadım ki! Söyle öyleyse neden ben? Daha neyimi sınıyorsun?..”                            Hemşire kesiyor kadının sesini: “Lütfen, hanımefendi! Yeter artık. Hasta olan yalnızca siz değilsiniz burada. Şöyle bir bakın çevrenize daha kaç kişi var yatan…” Gerisini anımsamıyorum, uyumuşum…
           Yoğun bakımda günler geçtikçe ağrılarım yavaş yavaş azalıyor. Titremeler, terlemeler de seyrekleşiyor. İştahım yeniden açılıyor. Artık Kara Cüppeli de görünmüyor gözüme. İnatla yaşama tutunmuş, hastaneden çıkacağım günü bekliyorum sabırsızlıkla. 
               Baş tacım geliyor beni almaya. Koluma giriyor. Hastanenin bahçesinde, taksi durağına doğru yürüyoruz. Kefeni galiba yırttım diyorum. O da, “Yırtmakla kalmadın, çıkarıp attın da” diye ekliyor. 
                   Hava mis gibi. Gökyüzü pırıl pırıl. Biniyoruz bir taksiye. Uçuyorum sevinçten. Özlemişim evimi…

NOT: Bu öykü Çağdaş Türk Dili dergisinde de (Şubat 2014, sayı 312)  yayımlanmıştır.      

11 Haziran 2012 Pazartesi

MATEO FALCONE/Prosper MERIMEE



Porto-Vecchio’dan çıkıp, kuzey batıya yönelirseniz, adanın iç kısımlarında arazinin hızla yükseldiğini görürsünüz ve kocaman kayaların tıkadığı, ara sıra hendeklerin kestiği dolambaçlı patikalarda üç saatlik bir yürüyüşten sonra da çok geniş bir fundalığın kenarına varırsınız. Fundalık, Korsikalı çobanların, kanun kaçakların yurdudur. Korsikalı çiftçilerin, tarlalarına gübre atmaktan kurtulmak için bazı ormanlık alanları ateşe verdiklerini de söylemek gerek. Alevler çiftçilerin yakmak istedikleri alanların daha ötesine yayılırsa da yayılsın! Onlar için hava hoş. Başlarına bir iş gelirse de kaderlerine razı olurlar. Ağaç külleriyle verimi artan bu topraklardan çok iyi ürün alacaklarından eminler. Saplar derilmesi sıkıntı yarattığından yerinde bırakılıp, başaklar toplandığı için, yanmaktan kurtulan ağaç kökleri, ertesi bahara daha gür sürgünler verir. Boyları da bir iki yılda iki buçuk metreye ulaşır. Fundalık diye bu sık çalılığa denir. Tanrının yarattığı şekliyle birbirine girip karışmış çeşitli ağaç ve çalıdan meydana gelir, öylesine sık ve gür olur ki yaban koyunları bile giremez, insan da ancak baltayla bir yol açabilir kendine.

Birini mi öldürdünüz, Porto-Vecchio fundalığına gidin. İyi bir tüfek, biraz barut ve kurşunla orada güven içinde yaşarsınız. Döşek ve yorgan olarak kullanabileceğiniz, başlıklı, kahverengi bir kaput almayı da unutmayın. Çobanlar size süt, peynir, kestane verir. Artık jandarmadan da öldürdüğünüz kişinin akrabalarından da korkmanıza gerek kalmaz ama alışveriş için kente ineceğiniz zaman durum farklı olur elbette.

18.. yılında, ben Korsika’dayken, Mateo Falcone’nin bu fundalığa iki üç km uzaklıkta bir evi vardı. Mateo, bu yöre için hayli varsıl sayılırdı. Yani ağalar gibi hiçbir iş yapmadan yaşar, konargöçer çobanların dağlarda güttükleri sürülerinin geliriyle geçinirdi. Az sonra anlatacağım olaydan iki yıl sonra onunla karşılaştığımda en fazla ellisinde görünüyordu. Ufak tefek ama güçlü, kuvvetli, simsiyah kıvır kıvır saçlı, kartal burunlu, iri gözlü, keskin bakışlı, gün yanığı benizli birisiydi. İyi nişancıların memleketinde bile, nişancılığıyla ün salmıştı. Örneğin Mateo yaban koyununa iri saçmalarla hiç ateş etmezdi ama başından ya da omzundan, canı nereden vurmak isterse, hayvanı bir kuşunla yüz yirmi adımdan yere sererdi. Silah kullanırken, gece gündüz fark etmiyordu onun için. Ustalığı konusunda, Korsika’ya yolu düşmeyenlerin kolay kolay inanamayacakları bir şey anlattılar bana. Seksen adım ileriye yanan bir mum koyarlarmış, önüne de tabak büyüklüğünde saydam bir kâğıt. Mateo nişan alınca, mum söndürülürmüş, bir dakika sonra da o zifiri karanlıkta ateş eder ve dört atışın üçünde kâğıdı delermiş.

Böylesine bir beceri, Mateo Falcone’ye büyük ün kazandırmıştı. Onun için bir dost olduğu kadar da tehlikeli bir düşmandır deniliyordu. Aslında yardımseverdi, yoksullara da sadaka verirdi. Porto-Vecchio ilçesinde herkesle arası iyiydi. Karısı ile evlendiği Corte’de, tehlikeli bir rakibinden zor kurtulmuş. Adam penceresine asılı küçük bir aynanın önünde tıraş olurken vurulup ölmüş. Bu da Mateo’ya mal edilmiş. Olay yatışınca da Mateo, Giuseppa ile evlenmiş. Kadın üst üste üç kız doğurmuş (bu da adamı çileden çıkarmış), sonunda bir oğlan dünyaya getirmiş; Mateo oğlunun adını Fortunato koymuş: Ailenin umudu, soyadını sürdürecek birisi. Mateo’nun kızları hayırlı kocalara varmıştı. Babaları da gerek duyduğunda damatlarının hançerlerine ve tüfeklerine güvenebilirdi. Oğlu daha on yaşındaydı ama şimdiden yetenekli olduğunu belli ediyordu.

Bir sonbahar günü erkenden Mateo, karısıyla fundalığın ağaçsız bir alanındaki sürülerini görmeye gitti. Küçük Fortunato da onlarla gitmek istiyordu ama alan uzaktaydı; üstelik birinin de evi beklemesi gerekiyordu. Babası razı olmadı. Oğlunu götürmediğine pişman olmuş mu olmamış mı göreceğiz.

Mateo gideli henüz birkaç saat olmuştu. Küçük Fortunato ise güneş gören bir yere uzanmış, mor dağları seyrederek gelecek pazar kente onbaşı dayısının evine akşam yemeğine gideceğini düşünürken, birden silah sesiyle irkildi. Ayağa kalktı ve gürültünün geldiği ovaya baktı. Düzensiz aralıklarla ve gittikçe yaklaşan silah sesleri birbirini izliyordu. Çok geçmeden ovadan Mateo’nun evine çıkan patikada bir adam göründü; dağlıların giydiği türden sivri bir başlığı vardı; sakalı uzamıştı, elbisesi de yırtık pırtıktı. Tüfeğine dayanarak güçlükle yürüyordu, kalçasından vurulmuştu.

Bu adam, akşam kente barut almaya giden, dönüşte de Korsikalı korucuların pususuna düşen bir kanun kaçağıydı. Çok iyi bir savunmanın ardından kurtulmuştu ama adamlar hâlâ peşindeydi. Kayaların arasından onlara rastgele ateş ediyordu ama fazla uzaklaşamamıştı. Yaralandığı için gücü kalmamıştı, yakalanmadan makiliğe ulaşması da oldukça zordu.

Fortunato’ya yaklaştı ve ona, “Sen Mateo Falcone’nin oğlu musun” dedi.

-Evet

-Benim adım Gianetto Sanpiero. Sarı yakalılar peşimde. Sakla beni. Kaçacak gücüm kalmadı.

-Babamın izni olmadan seni saklarsam, sonra ne der bana?

-Aferin oğlum, iyi etmişsin der.

-Belli mi olur?

-Haydi, sakla beni, geliyorlar.

-Bekle de babam gelsin.

-Bekleyecek zaman mı var be Allah’ın belası! Beş dakikaya kalmaz, herifler burada olur. Sakla beni yoksa öldürürüm seni.

Fortunato büyük bir soğukkanlılıkla yanıtladı adamı:

-Tüfeğin boş, kütüklüğünde de fişek kalmamış.

-Kamam var ya!

-İyi de, benim kadar hızlı koşabilecek misin?

Yaralı adam şöyle bir atladı ama başaramadı.

-Yani şimdi sen, evinizin önünde beni yakalamalarına izin mi vereceksin? Öyleyse, sen Mateo Falcone’nin oğlu olamazsın.

Çocuk etkilenmiş gibiydi. Adama doğru yaklaşarak, “Peki, seni saklarsam bana ne vereceksin” dedi.

Adam, kemerine asılı deri keseyi karıştırdı. Barut için ayırdığı beş frangı çıkıp gösterdi. Fortunato parayı görünce gülümsedi, alınca da, “Korkma, hallederiz” dedi.

Evin yanındaki kocaman ot yığınında bir yer açtı. Gianetto oraya girip büzüldü. Sonra da çocuk adamın hava alabileceği ve saklandığı izlenimini uyandırmayacak şekilde yeniden kapattı. Ardından şeytanın bile aklına gelmeyecek bir iş yaptı. Ot yığınının son zamanlarda karıştırılmadığı kanısını uyandırmak için gidip, kediyle yavrularını getirdi ve üstüne koydu. Sonra da eve gelen patikadaki kan izlerini fark ederek üstlerini özenli bir şekilde toprakla örttü. Bu işi bitirince de huzur içinde gidip, güneşe yeniden uzandı.

Birkaç dakika sonra, sarı yakalı kahverengi üniforma içinde altı asker ve bir başçavuş kapının önüne dikildiler. Komutan, Falcone’ye uzaktan akraba olurdu. (Akrabalık başka yerlere oranla fazla ciddiye alınmaz Korsika’da.)

Komutanın adı, Theodoro Gamba’ydı; tuttuğunu koparan, peşine düştüğü kanun kaçaklarının korkulu rüyası olan birisiydi.

Fortunato’ya yaklaşarak;

-Merhaba yeğenim, dedi. Maşallah, amma da büyümüşsün! Az önce buradan geçen bir adam gördün mü?

Çocuk alık salık bir tavır takınarak yanıtladı:

-Büyümek nere, ben nere be hısım! Büyüseydim senin kadar olurdum.

-Bir gün o da olacak, yeğenim. Sen şimdi, buradan geçen birisini görmedin mi yani?

-Bir adamın buradan geçip geçmediğini mi soruyorsun?

-Evet. Kadife sivri başlığı ve sarı kırmızı işlemeli ceketi olan biri.

-Sivri başlıklı, sarı kırmızı işlemeli ceketi olan biri mi?

-Evet, çabuk söyle. Ve sözlerimi de tekrarlayıp durma.

-Buradan bu sabah atı Piero ile papaz efendi geçti. Babamın halini hatırını sordu. Ben de…

-Çok komiksin be, kuzen! Bırak şimdi dalga geçmeyi de çabuk söyle ne tarafa gitti Gianetto. Peşindeydik onun, buradan geçtiğinden de adım gibi eminim.

-Nerden bileyim ben?

-Nerden mi bileceksin? Haydi ordan. Ben, senin o adamı gördüğünü biliyorum.

-İnsan uyurken gelip geçeni görür mü hiç?

-Nasıl uyursun be kerata; silah sesine uyanmadın mı?

-Hısım, demek ki siz tüfeklerinizin çok güçlü ses çıkardığına inanıyorsunuz! Babamınki sizinkilere on basar.

-Canın çıksın emi, kılıksız şey! Gianetto denen şu herifi gördüğünden eminim. Kim bilir, belki de saklamışsındır onu. Asker! Eve girin, arayıp tarayın her tarafı. Bakın herif içeride mi değil mi. O hınzır herif öyle seke seke, tek ayağıyla makiliğe gidecek kadar salak değildir. Sonra, kan lekeleri de burada bitiyor.

Fortunato dalga geçercesine sordu;

-Kendisi yokken evine girildiğini öğrenince, bakalım babam ne diyecek.

Gamba Başçavuş, çocuğun kulağını tutarak,

-Ulan serseri, dedi. İstesem seni bülbül gibi öttürürüm; kafana iyi sok bunu. Tamam mı? Kasaturanın yanıyla vurdum mu şöyle yirmi kadar, bak nasıl da konuşursun!

Fortunato kıs kıs gülüyordu. Sonra da;

-Benim babamın adı Mateo Falcone, dedi gururla.

-Seni Corte’ye veya Bastia’ya götürebilirim, bunu biliyorsun değil mi, maymun suratlı? Seni zindana atar, samanların üstünde yatırır, ayağını da zincire vurdururum. Gianetto Sanpiero’nun nerede olduğunu söylemezsen, kelleni bile kestiririm.

Bu gülünç tehditlere çocuk kahkahalar attı. Ardından da az önceki sözünü yineledi.

-Benim babamın adı, Mateo Falcone.

Askerlerin biri usulca;

-Komutanım, Mateo ile bozuşmasak, dedi.

Gamba sıkıntılı görünüyordu. Evi arayıp gelen askerlere alçak sesle bir şeyler söylüyordu. Arama da zaten uzun sürmemişti, çünkü bir Korsikalının kulübesinde dört köşe, tek bir oda olur. Eşya olarak da bir masa, bir iki bank, sandık, av ve mutfak gereçleri bulunur. Küçük Fortunato bir yandan kedisini okşuyor diğer yandan da askerlerin ve komutanın şaşkınlıklarına bakıp kıs kıs gülüyordu.

Askerlerden biri ot yığınına yaklaştı. Kediyi gördü. Süngüyü yığına şöyle bir soktu çekti. Kafasını kurcalayıp duran şeyin gülünç olduğunu anlamıştı sanki. Omuz silkti. Ot yığınında hiçbir kıpırtı olmadı. Çocuğun yüzünde de en ufak bir heyecan belirtisi yoktu.

Başçavuş ve askerleri “Canı cehenneme!” demek üzereydiler. Askerler, geldikleri yere dönmeye hazır oldukları için, ovadan yana ciddi ciddi bakıp dururlarken, tehditlerin Falcone’nin oğlunu hiç etkilemediğini gören komutanları ise son bir çaba daha sarf ederek çocuğu tatlılıkla ve hediyeyle kendi tarafına çekmek istedi.

-Sevgili yeğenim, dedi, sen pek uyanık birine benziyorsun! İleride de büyük adam olacaksın. Ama benimle kötü bir oyun oynuyorsun. Akrabam Mateo’yu üzmeyeceğimi bilsem, vallahi de billahi de seni alıp götürürüm.

-Siz öyle zannedin. Götüremezsiniz ki!

-Görürsün sen. Gelince Mateo’ya işin aslını anlatacağım, yalan söylediğin için de eşşek sudan gelinceye kadar dövecek seni.

-Siz öyle zannedin!

-Eh, sen bilirsin… Ancak akıllı olup, adamın nereye gittiğini söylersen ben de sana bir şey veririm.

-Hısım, ben de size bir şey diyeyim mi? Biraz daha geç kalırsanız, Gianetto fundalığa varır, o zaman da atı alan Üsküdar’ı çoktan geçer. Başçavuş cebinden gümüş bir saat çıkardı, rahatlıkla elli frank ederdi. Saate bakarken Fortunato’nun gözlerinin parladığını fark edince, çelik kösteğinden tutup sallayarak çocuğa;

-Kerata! Şöyle bir saati boynuna takmak istemez misin? Porto-Vecchio sokaklarında kostak kostak dolaşırsın. “Saat kaç” diyenlere de saatime bakın dersin.

-Onbaşı dayım bana, büyüyünce bir saat alıverecekmiş.

-İyi de onun oğlu senden küçük ama çoktandır saati var bile. Fakat gerçeği söylemek gerekirse onunki bu kadar güzel değil.

Çocuğun içi gitti.

-Aslan yeğenim! Şimdi bu saat senin olsun, istemez misin?

Fortunato saate, kendinin ciğere baktığı gibi bakıyordu. Kendisine koca bir ciğer uzatılan kedi, dalga geçildiğini anladığı için sıçrayıp kapmaz ve nefsine yenik düşmemek için de gözlerini başka yöne çevirir. Buna rağmen yalanmaktan da kendini alamaz ve sahibine, “Böyle de şaka olmaz ki,” der gibidir.

Oysa Gamba başçavuş, saati gösterirken hiç de şaka yapar gibi değildi. Fortunato elini uzatmadı ama acı bir gülümsemeyle;

-Benimle neden dalga geçiyorsunuz, dedi.

-Vallahi dalga geçmiyorum. Gianetto’nun yerini söyle, saat senin olsun.

Fortunato inanmadığını göstermek için önce bir kahkaha attı ardından da kara gözlerini dikti başçavuşunkilere, sözlerine güvenip güvenemeyeceğini anlamaya çalıştı.

-Adamın yerini söylersen, saat senin olacak, dedi. Vermezsem, şu apoletlerimi söksünler! Sözünden dönen namerttir, askerler de şahit olsun.

Bunları derken de saati gıdım gıdım yaklaştırıyordu. Çocuğun solgun yanağına değdi değecekti. Fortunato’nun içinde başlayan, misafire gösterilmesi gereken saygı ile açgözlülük arasındaki savaşımı yüzüne yansımıştı. Çıplak göğsü hızla inip kalkıyordu, boğulacak gibiydi. Saat durmadan sallanıyor, dönüyor ve arada bir de çocuğun burnuna değip geçiyordu. Sonunda Fortunato, sağ elini yavaş yavaş saate doğru kaldırdı: Parmaklarının ucuyla dokundu; onu avucunda tartarken, komutan da kösteğin ucundan tutuyordu… Kadranı gök mavisiydi… Madeni kısmı da yeni parlatılmıştı. Alev almış gibiydi güneşte de. Karşı konulamazdı bu çekiciliğe.

Fortunato sol elini de kaldırdı ve başparmağıyla omzunun üzerinden, yaslandığı ot yığınını gösterdi. Başçavuş hemen anladı. Kösteğin ucunu bıraktı; Fortunato saatin tek sahibi olduğunu duyumsadı. Bir kedi çevikliğiyle ot yığınından on adım uzaklaştı. Askerler çabucak yığını dağıtmaya başladılar.

Çok geçmeden otların kımıldadığını gördüler; elinde kamasıyla, kan içinde kalmış bir adam çıktı. Ayağa kalkmaya çalışıyordu ama yarası soğuduğu için yapamadı. Yığılıp kaldı. Başçavuş üstüne atladı ve kamasını elinden aldı. Adam direndi ama fayda etmedi. Askerler onu sımsıkı bağladı.

Yere uzatılmış, bir odun yükü gibi bağlanmış Gianetto, yanına gelen Fortunato’ya baktı ve öfkeden çok, aşağılayıcı bir tavırla bağırdı:

-… çocuğu!

Çocuk, artık hak etmediğini düşünerek aldığı parayı adama fırlattı. Ancak kanun kaçağı onun bu hareketini görmezden geldi. Büyük bir soğukkanlılıkla başçavuşa da, “Sevgili Gamba, yürüyecek halde değilim; kente kadar beni sırtınızda taşımak zorunda kalacaksınız” dedi.

-Demin bir karacadan daha hızlı koşuyordun, dedi acımasız muzaffer komutan. Merak etme. Seni ele geçirdiğime öyle memnunum ki dört beş km. sırtımda da taşısam yorulmam. Kaputunu da kullanarak ağaçtan bir sedye yapacağız zaten. Crespoli çitliğinden de at isteyeceğiz.

-Tamam o zaman. Ha, bu arada sedyenize biraz ot koyun da daha rahat edeyim.

Askerlerin bir kısmı kestane dallarından sedye yapmaya diğerleri de Gianetto’nun yarasını sarmaya çalışıken, Mateo Falcone ile karısı, fundalığa giden patikanın büklümünde göründüler. Sırtında kocaman bir kestane çuvalı, kadın iki büklüm ilerlerken, kocası birini omzuna asmış diğeri elinde, iki tüfekle salına salına geliyordu. Erkek dediğin de silahtan başka bir şey taşımaz zaten.

Askerleri görünce, Mateo ilk önce kendisini tutuklamaya geldiklerini düşündü. İyi de neden böyle düşünmüştü ki! Mateo’nun adliyeyle bir işi mi vardı ki? Olamazdı. Anlı şanlı birisiydi, o. Herkesin dediği gibi namuslu bir vatandaştı ama yine de Korsikalıydı, dağlıydı. Belleğini şöyle bir yokladığında silah çekme, bıçaklama, hovardalık gibi eften püften suçu olmayan çok az dağlı Kosikalı vardır. Mateo bir başkasına oranla daha rahattı çünkü on küsur yıldır tüfeğini hiç kimseye doğrultmamıştı ama yine de temkinliydi, konumunu gerektiğinde kendini koruyacak şekilde ayarladı. Karısı Giuseppa’ya;

-Avrat, dedi, yükünü indir ve hazır ol.

Kadın, kocasının sözüne hemen uydu. Mateo, rahat edemeyeceğini düşünerek, omzundaki tüfeği ona uzattı. Elindekine mermi sürdü ve yavaş yavaş eve doğru yürüdü. Yol boyundaki ağaçların dibinden ilerliyordu, en küçük bir düşmanlık belirtisinde de kendisini iri gövdeli bir ağacın arkasına atmayı ve oradan ateş etmeyi kafasına koymuştu. Karısıysa yedek tüfek ve fişeklik elinde, eşinin peşinden yürüyordu. Çarpışma başladığında akıllı bir kadının görevi, kocasının tüfeklerini doldurmaktır.

Öte yandan başçavuş, Mateo’nun, tüfeğini doğrultmuş, parmağı tetikte, temkinli adımlarla kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce çok telaşlandı.

“Ya Mateo, Gianetto’nun akrabası ya da dostuysa” diye düşündü. “Onu korumaya kalkarsa, iki tüfekten çıkan mermiler, adrese teslim mektup gibi bizden iki kişiyi vurabilir, ya bir de akraba falan demeden nişan alıp bana ateş ederse!”

Ne yapacağını bilemiyordu; birden cesurca bir karar verdi: Mateo’ya eski bir ahbap olarak yaklaşarak olup biteni anlatmak için tek başına ona doğru yürüdü. Aralarındaki o kısa mesafe oldukça uzun göründü gözüne.

“Hey, can dostum,” dedi “nasılsın, sevgili kardeşim? Ben, Gamba. Yeğenin.”

Mateo yanıt vermeden durdu. Gamba konuştukça, o tüfeğinin namlusunu ağır ağır havaya doğrultuyordu, başçavuş yanına geldiğinde de namlunun ucu iyice gökyüzüne çevrilmişti.

Başçavuş elini uzatarak;

-Kardeşim, merhaba dedi. Uzun zamandır görüşememiştik.

-Merhaba, kardeş!

-Geçerken hem sana hem de yengem Pepo’ya bir merhaba demek istemiştim. Bugün uzun bir yol yürüdük ama yorulmaya değdi, iyi bir iş başardık. Gianetto Sanpiero’yu enseledik.

-Allah sizlerden razı olsun, dedi Giuseppa. Geçen hafta sağmal bir keçimizi çalmıştı.

Gamba’nın hoşuna gitti bu sözler.

“Gariban,” dedi Mateo, “ne yapsın, aç kalmıştır.”

Bu söze de biraz alınan başçavuş konuşmasını sürdürdü:

-Rezil herif aslan kesildi; askerlerimden birini de öldürdü. Bununla da yetinmedi Chardon onbaşının kolunu kırdı; gerçi çok da önemli değil, ne de olsa Fransız... Sonra herifçioğlu öyle bir saklanmıştı ki şeytan bile bulamazdı yerini. Eğer aslan yeğenim Fortunato olmasaydı, onu bulmam olanaksızdı.

Mateo;

-Fortunato mu dedin?

Giuseppa da sordu aynı soruyu:

-Fortunato, ha?

-Evet. Gianetto aha şu ot yığınına girip saklanmış ama sevgili yeğenim Fortunato, adamın yerini gösterdi. Onbaşı dayısından, bu iyiliğinin karşılığı olarak ona güzel bir hediye göndermesini isteyeceğim. Savcılığa vereceğim raporda hem ondan hem de senden söz edeceğim.

-Allah kahretsin, dedi Mateo alçak bir sesle.

Askerlerin yanına geldiler. Gianetto sedyeye çoktan yatırılmış, götürülmeye hazırdı. Gamba ile birlikte gelen Mateo’ya, anlamlı bir gülümsemeyle baktı sonra da başını evin kapısına çevirdi ve eşiğe tükürdü;

-Hainler!

Mateo Falcone’ye ölümüne susamış birisi ancak hain diyebilirdi. Kamayı tek sokuşta, hakaret eden kişinin işini bitiriverirdi. Oysa şimdi Mateo, bitkin bir adam gibi sadece elini alnına götürdü.

Fortunato, babasının geldiğini görünce eve girmişti. Elinde bir tas sütle dışarı çıktı. Yere bakarak tası Gianetto’ya uzattı. Gianetto da yeri göğü inletircesine kükredi:

-Yıkıl karşımdan!

Sonra askerlerden birine dönerek;

-Arkadaş bana biraz su ver, dedi.

Asker matarasını uzattı, kanun kaçağı da biraz önce silahlı çatışmaya girdiği adamın verdiği suyu içti. Sonra ellerinin arkada değil de göğsünün üstünde bağlanmasını istedi.

“Öyle daha rahat ederim” dedi.

İsteğini hemen yerine getirdiler, sonra başçavuş hareket emri verdi. Mateo’ya hoşça kal, dedi ama yanıt alamadı. Hızlı adımlarla ovaya doğru inmeye başladılar.

On dakika kadar Mateo’nun ağzını bıçak açmadı. Çocuk endişeyle bakışlarını bir anasına bir babasına çeviriyordu. Babasıysa tüfeğine dayanmış, öfkesi burnunda, oğluna yiyecekmiş gibi bakıyordu. Sonunda Mateo, sakin ama kendisini tanıyanları korkutacak bir sesle;

-Ya sabır, dedi.

Çocuk yaşlı gözlerle,

-Babacığım, dedi ve ayaklarına kapanmak üzere fırladı yerinden.

Fakat Mateo bağırdı;

-Geri dur benden!

Çocuk babasına birkaç adım kala durdu, kıpırdamadan hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Giuseppa yaklaştı. Fortunato’nun gömleğinden ucu sarkan kösteği gördü. Sertçe sordu;

-Kim verdi sana bu saati?

-Hısımımız Başçavuş.

Falcone saati aldı, olanca gücüyle çarptı taşa, paramparça etti.

“Avrat” dedi, “bu çocuk gerçekten benden mi?”

Giuseppa’nın gün yanığı yanakları tuğla kırmızısına kesti.

-Saçmalama Mateo! Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu, senin?

-Bu çocuk var ya bu çocuk, soyumuzun ilk yüzkarası.

Fortunato’nun hıçkırıkları ve hıkları arttı. Falcone’nin keskin bakışları çivilenip kalmıştı oğlunun üstünde. Tüfeğin dipçiğini yere vurdu sonra da omuzladı. Fortunato’ya, “Çabuk ol, düş peşime” diyerek yeniden fundalığın yolunu tuttu. Çocuk da onu izledi.

Giuseppa, Mateo’nun arkasından koştu ve bileğinden çekti. Kara gözlerini kocasınınkilerden ayırmadan, aklından geçenleri okumuş gibi titrek bir sesle ona, “Senin oğlun bu, sensin babası” dedi.

-Bırak, dedi Mateo. Babası bensem...

Giuseppa çocuğuna sarılıp öptü sonra da ağlayarak kulübesine girdi. Meryem Ana’nın resmi önünde diz çöktü ve yalvarıp yakardı, dualar etti. Bu arada Falcone patikada iki yüz adım kadar yürüdü. Bir koyakta durdu, aşağıya indi. Tüfeğinin dipçiğiyle toprağı yokladı. Yumuşaktı, kazılması kolaydı. Burası düşüncesine tam uygun bir yerdi.

“Fortunato, şu koca taşın yanına geç.”

Çocuk babasının dediğini yaptı sonra da diz çöktü.

-Haydi, bildiğin bütün duaları oku.

-Babacığım, babacığım, ne olusun, kıyma canıma.

-Dua et, dedi Mateo korkunç bir sesle.

Çocuk kekeleyerek ve hıçkırarak, Pater ve Credo dualarını okudu. Babası her duanın sonunda yüksek sesle “Âmin” diyordu.

-Bildiğin duaların hepsi bu kadar mı?

-Babacığım Ave Maria ile teyzemin öğrettiği o duayı da biliyorum.

-Çok uzun sürer ama zararı yok.

Çocuk, kilisede okunan o uzun duayı da kısık bir sesle tamamladı.

-Bitirdin mi?

-Babacığım, babacığım! Elini ayağını öpeyim. Bağışla beni! Bir daha yapmayacağım! Onbaşı dayıma yalvarıp, Gianetto’nun bağışlanmasını da sağlayacağım.

Çocuk hâlâ yalvarıp duruyordu; Mateo ise tüfeğini doldurup, yanağına dayamıştı.

“Tanrı seni affetsin!”

Çocuk doğrulup, babasının ayaklarına kapanmak için çabaladı ama zamanı yetmedi. Mateo ateş etti; Fortunato yığılıp kaldı.

Oğlunun cansız bedenine dönüp bakmadan, onu gömmek için evine kazma kürek almaya gidiyordu. Daha birkaç adım ya atmış ya da atmamıştı ki silah sesini duyunca korkuya kapılarak koşup gelen Giuseppa ile karşılaştı.

Kadın;

-Ne yaptın? diye bayırdı.

-Gereğini.

-Oğlum nerede?

-Dere kenarında. Biraz sonra da gömeceğim. Dini bütün gitti. Onun için bir de ayin düzenleteceğim. Damadım Tiodoro Bianchi’ye de haber gönderin. Göçünü yükleyip, yanımıza gelsin.
1829


(*) Fransızcadan çeviren: Mustafa B.Yalçıner

Öykünün yayımlandığı kitabın adı: Colomba et 10 autres nouvelles Editions Gallimard, 1964, s. 23-37

Bu öykü, Çağdaş Türk Dili Dergisinin Haziran 2012 sayısında da yayımlandı.























11 Ocak 2012 Çarşamba

YAĞ TULUMU


“Yağ Tulumu”, Guy de Maupassant’ın, (Gi dö Mopasan) Fransızcası “Boule de suif” (Bul dö Süif) olan bir öyküsüdür. Türkçeye bazen “Yağ Tulumu” bazen de “Tombalak” diye çevrilmiştir. Ana kahraman şişko bir kadın. Öyküye de bu yüzden bu ad veriliyor.
Öykünün ana fikri şu olabilir: “Gerçek yurtseverler sıradan insanlardır.” Savaş, vatanseverlik, direniş, özgürlük gibi ana temaların işlendiği öykü, cinsel tatmin, nüfuz, çıkarcılık, nankörlük gibi yan temalarla da beslenmiştir.
Öyküde anlatılanlar 1870 savaşında yaşanan ya da yaşandığı düşünülen olaylardır. Fransız askerleri yenilince Almanlar, Rouen kentini işgal eder. Toplumun çeşitli kesimlerinden on kişi, işgal kuvvetleri başkomutanından gidiş izni alarak, kış günü posta arabasıyla Dieppe kentine gitmek üzere yola çıkar. Arabada Bréville Kontu ve eşi, tekstil sanayisinin önde gelen şahsiyetlerinden fabrikatör Carré-Lamadon ve eşi, şarap tüccarı Loiseau ve eşi, iki rahibe, demokrat Cornudet ve hayat kadını “Boule de suif” (Tombalak) bulunmaktadır.
Yolcular, öğleye Totes kasabasına varmayı planlamışlardır ama kötü hava koşulları nedeniyle araba çok yavaş ilerlemektedir. İkindiüzeri yolcuların hepsi acıkır ama Tombalak dışında hiçbirinin yiyeceği yoktur. “Fahişe”, “toplumun yüzkarası” diye aşağıladıkları kadın, sepetindeki tüm erzakını onlarla paylaşır. Durum böyle olunca da diğer yolcuların hayat kadınına karşı takındıkları tutum ve davranışları değişir.
Akşam Totes kasabasına gelirler. Almanlar bu kasabayı da işgal etmiştir. Komutan, yolcuların kaldığı handa, Tombalak ile yatmak ister. Kadın karşı çıkar. Komutan da isteği yerine getirilmediği sürece yolcuların gitmesine izin vermez.
Başlangıçta Tombalak’ı destekleyen yolcular, gün geçtikçe onu ikna etmeye çalışırlar ve işgalci Alman ile yatmasının kötü bir davranış olmayacağına, kendisinin ve diğer yolcuların ancak böylelikle kurtulabileceğine kadını inandırırlar.
Ve ertesi sabah serbest kalarak yollarına devam ederler. Ne var ki akşam yalvaranlar, yol boyunca Tombalak’a yine ters davranmaya, onu yok saymaya, konuşmalarıyla iğnelemeye başlarlar. Öğle yemeklerini yerlerken de, zamansızlıktan erzak alamayan kadına bir lokma bile vermezler. Tombalak, gururunu kimler için ayaklar altına aldığını düşünerek, Dieppe’e kadar yol boyunca ağlar durur.
Dört bölümden oluşan öyküde kapalı mekân çok baskındır. Birinci bölüm, kuşatılmış sonra da işgal edilmiş Rouen kentini anlatmaktadır. İkinci bölüm, tam 14 saat, posta arabasının içinde geçmektedir. Üçüncü bölümde işgal edilmiş bir han söz konusudur. Yolcular salı akşamı varır ve pazar sabahı yollarına devam edebilirler. Totes kasabası da kar altındadır. Son bölümdeyse yolcular yine kapalı bir mekânda ve araba Dieppe’e varırken karanlık basmaktadır kenti. Bu durum haliyle kahramanlara da yansımaktadır: Tombalak, gerek komutanın emriyle gerekse de yol arkadaşlarının tutumları, davranışları ve de ikna çabalarıyla baskı altında kalmış, kuşatılmış bir kadındır. Diğer yolcuları da önyargıları sarmıştır.
Öyküde olay zamanı dört buçuğu handa geçmek üzere beş gündür. Bu zaman zarfında olup biteni de yazar anadilinde, yayıncılara göre değişse de, ortalama altmış sayfada anlatmıştır. Anlatı zamandizinsel bir sıra izlemektedir. Geri dönüşlere çok az rastlanmaktadır; bu da yalnızca bilgi aktarmak içindir ve anlatı zamanına dönüş de çok çabuk olmaktadır.
Yazar, mekân ve kişi betimlemelerinde, duygu ve düşüncelerini aktarırken o kadar ayrıntıya giriyor ki haliyle öykü yavaş bir tempoda ilerliyor. Bunun böyle olması da öyküdeki gerilimi ortadan kaldırmıyor.
Maupassant, öyküsünü geçmiş zamanda anlatırken, genelleme söz konusu olunca aşağıdaki örneklerde olduğu gibi geniş zaman kullanmıştır:
“Normandiyalı bir tüccar zenginleştikçe, tavizler onun canını yakar; servetinin bir parçasının bile başkasının eline geçtiğini görmek ona çok büyük acı verir.”
“Bütün bir halkı, yıkılan evlerin altında ezen deprem; boğulan köylüleri, sığır ölüleriyle ve çatılardan düşen direklerle birlikte yuvarlayıp götüren taşkın bir ırmak ya da kendini savunanları kılıçtan geçiren, diğerlerini esir alıp götüren, Kılıç adına yağmalayan ve top sesiyle Tanrıya şükreden muzaffer bir ordu da, sonsuz adalete dair tüm inancı, bize öğretilen yukarıdakinin koruyuculuğuna ile insanoğlunun zekâsına olan tüm güveni aynı derecede sarsan felaketlerdir.”
Anlatı zamanıyla okuma zamanı arasında 131 yıllık bir fark olsa da Tombalak öyküsü temaları yönüyle hâlâ modernliğini korumaktadır. Kadınlar yine seks kurbanı; ikiyüzlülük, paranın gücü, çıkar, nüfuzunu kullanma, toplumsal önyargılar, insanın insanı aşağılaması ne yazık ki günümüzde de geçerli. İşte bu yönüyle öykü güzelliğini 131 yıl sonra da korumaya devam etmektedir.
Anlatıcı, tüm kahramanların duygu ve düşüncelerini, mazilerini, çeşitli zamanlarda olup bitenleri biliyor. Olaylar üzerine fikrini belirtiyor. Bu nedenle Tanrısal bakış açısı hâkimdir öyküye. Ayrıca öyküde anlatı eylemi ve anlatıcının sesini yükselttiği durumlar, bazen anlatılan olay kadar önemli bir yer tutuyor.
Maupassant kısa cümleler yanında çok uzun cümlelere de başvurmuştur. Bundan başka dil açısından da çok anlamlı sözcükler, ilginç benzetmeler, mitolojiye göndermeler de var öyküde ancak bunların bazılarının Türkçeye çevrilmesi oldukça güçtür:
Her şeyden önce kahramanın adındaki “suif” sözcüğü Fransızcada hem donyağı hem de skandal anlamına gelmektir. Tombalak’ın Alman subayı ile yatması öykünün sonunda diğer yolcuların gözünde bir skandaldır.
Öykü kahramanlarından şarap tüccarının adı Loiseau. Küçük bir yazım eksikliği dışında bu sözcük “kuş” anlamına gelmektedir. Loiseau tam anasının gözüdür. Hinoğluhinliğiyle meşhurdur. Bu durumu herkes de bilmektedir. Hatta bir gün vali konağındaki bir toplantıda, fabl, güfte ve yergileriyle tanınan Bay Tournel, uyuklayan kadınlara “Loiseau vole” oyununu oynayalım mı der. Bu söz herkesi güldürür ve bir ay boyunca da dillerden düşmez. Çünkü “vole” yüklemi iki anlamlıdır: Öznesi insan olursa “çalıyor”, kuş olursa “uçuyor” demektir.
Burjuva sınıfından olan Carré-Lamadon ailesiyle Bréville Kont ve Kontesi, diğerleri yemek yerken, bir hayat kadınının erzakından, karınları zil çaldığı halde, yemek istemezler ama dayanılmaz da bir işkence çekmektedirler. Yazar mitolojiye gönderme yaparak onların durumunu Tantalos(*)’unkine benzetir.
“Mavi üniformalı süvari subayları, en büyük ölüm aletlerini taş döşeli sokaklarda böbürlenerek sürüyorlardı…” cümlesinde olduğu gibi kılıç yerine “en büyük ölüm aleti” denilmektedir.
Bir yerde de “kar yağıyor” yerine “pamuk dökülüyor” cümlesi kullanılmaktadır.
Vermek istediği mesaj yönüyle de Maupassant, Fransız direnişini sınıfsal açıdan ele almıştır. Toplumun farklı sınıflarından temsilcilerin yapacağı yolculuk henüz başlamadan, zenginlerden biri şöyle der: “Rouen’a artık dönmeyeceğiz, Almanlar Le Havre’a yaklaşacak olursa oradan İngiltere’ye geçeceğiz!” Diğer zenginler de aynı karakterde olduklarından tasarladıkları da aynıdır. Çapkın, içki düşkünü ve Alman karşıtı cumhuriyetçi Cornudet, iş başa düşünce o da kaçmaktadır. Rahibelerse yaralı askerleri tedavi etmeye gidiyor.
Rouen’daki burjuvalar, ya işgalcilerle hemencecik kaynaşmışlar ya da bir başka yerde direnişe katılmak için değil de kendi çıkarları için kenti terk ediyorlar. Yalnızca Tombalak gerçek bir vatanseverdir. Öykü süresince de bu böyle vurgulanmıştır. Maruz kalacağı tehlike ne olursa olsun, kadın düşmanla barışa karşıdır. Rouen’da evindeki subaya saldırır, bu yüzden kenti terk etmek zorunda kalır. Handa vatan işgal altındayken bu iş yapılmaz diyerek Cornudet ile yatmaz. Sonra Alman subayını da reddeder. İşgalci bir komutanla yatmayı ülkesine ihanet ve gurur kırıcı bir davranış olarak görür ve sonuna kadar direnir. Hatta onun için, “İt oğlu it! Şerefsiz, pis herife, Prusyalı leş kargası” der. Oysa ulusalcı geçinen diğerleri rahat bir yolculuk yapabilmek için düşüncelerinden çabucak vazgeçebilmektedirler. Kadını ülkesini ve yol arkadaşlarını kurtarmak için Alman subayı ile yatması için ikna ederler. Ama bu kişiler, kurtulduktan sonra da onu hor görürler. Böylece yazar, gerçek yurtseverlerin sıradan insanların olduğunu vurgular.
Öyküde ahlaki değerler altüst oluyor: Kendilerini geleneksel değerlerin temsilcileri olarak gören insanlar ikiyüzlü davranışları nedeniyle kınanırken, ahlaksızlığın simgesi olarak kabul edilen hayat kadını, cömertlik, insanlık, kibarlık, hoşgörü, vatanseverlik gibi gerçek ahlaki değerlerin temsilcisi olarak gösteriliyor.
Sonuç olarak denilebilir ki Tombalak, insanoğluna yönelik müthiş bir eleştiridir. İnsanların amaçlarına ulaşabilmek için her yolun mubah görülebileceğini ne çabuk kabullendiklerini, birbirlerine karşı ne kadar zalim olabileceklerini gözler önüne sermektedir.

*Tantalos işkencesi:
Yunan mitolojisinde, Frigya Kralı Tantalos, Olympos Tanrılarının her şeyi bildiklerinden kuşku duyar. Denemek için de bir gün onları yemeğe davet eder ve oğlu Pelops’un etinden hazırlattığı yemeği onlara sunar. Ama Tanrıların gazabı büyük olur: Tantalos’u boğazına kadar bir nehre daldırırlar; ağzının hizasında da meyve yüklü dallar vardır. Kral, su içmek istediği zaman nehir çekiliverir. Acıkınca, meyve yemek ister ama bir rüzgâr çıkar ve dalları ondan uzaklaştırır.






ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ



OCAK 2012, 287. SAYI

26 Ekim 2011 Çarşamba

BAŞKANIN KOLTUĞU


Çağdaş Türk Dili’nin Temmuz 2011 sayısında yayımlanan “Başbakanın Koltuğu” öyküsünde Muzaffer İzgü, 23 Nisanda başbakanın koltuğuna oturacak ilköğretim öğrencisi Yunus’un ve diğer öykü kahramanlarının bu olay karşısındaki kişilik yansımalarını ele almıştır.
“Başbakanın Koltuğu”, yazar, anlatıcı ve ana kahramanın örtüştüğü bir öyküdür. Olay, ana kahramanın bakış açısından anlatılıyor. Ana kahramanı yönlendiren, ona yardımcı olan kişi çocuğun öğretmenidir. Zıt karakter ise başbakandır. Diğer kahramanlar da, okurun ana kahramanı tanımasına yardımcı olmaktadır.
Yunus, dokuz yaşında, sınıf birincisi, arkadaşlarıyla hiç kavga etmeyen, kimseye bağırıp çağırmayan, paltosunu ve önlüğünü dolabına asan ilköğretim üçüncü sınıf öğrencisidir. Bu bilgiler öykü içerisine serpiştirilmiş olup, birçok kişi tarafından veriliyor: Yunus’un üçüncü sınıfta ve dokuz yaşında olduğunu anneannesinden öğreniyoruz. Sınıf birincisi olduğunu bir öğrencinin, “Başbakan da sınıf birincisi miydi öğretmenim?” sorusundan çıkarıyoruz. Arkadaşlarıyla hiç kavga etmediğini, kimseye bağırıp çağırmadığını, paltosunu ve önlüğünü dolabına astığını da bizzat Yunus’un kendisinden duyuyoruz.
Okur, zıt karakter başbakan hakkındaki bilgileri ise Yunus ve başbakanın kendisinden öğreniyor.
“Ben başbakanı çok iyi biliyorum. Onu televizyonda konuşurken izliyorum, hiç gülmüyor, hep bağırıyor, kaşlarını çatıyor, sanki karşısındakiyle kavga ediyor…”
Başbakan ise başbakan hakkında şunları söylüyor: “Tamam Yunus” diyor, “şimdi sen başbakansın, ister asarsın, ister kesersin…”
Diğer kahramanlara gelince, onlar da Yunus’a verilen bu görevden kendilerine pay çıkarmak, gururlanmak ve övünmek istemektedir:
Anneanne, “Ay yavrum Yunusum, inşallah gerçek başbakan olursun” diye dua ediyor. Yunus’un televizyondaki görüntülerini banda alacak, onları Yunus’un çocuklarına gösterecek, “Bakın çocuklar, bakın, babanız başbakanken…” diyecek.
Yunus’un annesi, “Benim oğlum bana benzer, o kadar” diyerek bunu bir övünç vesilesi olarak görmektedir.
Okul müdürü, “ Aman çok dikkatli ol Yunus, haydi bakalım okulumuzun yüzünü kara çıkarma” diye tembihliyor.
Yunus’un öğretmeni sözleri ve davranışıyla öğrencisini sakinleştirmeye ve ona yol yordam göstermeye çalışmaktadır.
Ama gerek müdür gerekse öğretmen, yönetimin baskısını üzerlerinde hissediyor olmalı ki her ikisi de aşağı yukarı aynı cümleleri yineliyor: “Başbakan ne derse yap… Başbakanı dinleyeceksin, senden ne isterse yapacaksın…”
Öykünün giriş bölümü ile sonuç bölümü arasındaki uyum da oldukça hoştur. Başlangıçta başbakanın koltuğuna oturacak bir çocuktan söz ediliyor. Sonuçtaysa aynı çocuk, başbakanlıktan koşarak dışarı çıkıyor. Okur, çocuğun başbakanla ne konuşacağını, ondan neler isteyeceğini merak ederken beklenmedik bir sonla karşılaşıyor. Giriş ile sonuç arasındaki bu uyum, öykünün mimarisinde tutarlılığın kanıtıdır; yazar için de duygu ve düşüncülerini, dünya görüşünü açıklayabilmesi bakımından ayrıcalıklı bir araçtır. Muzaffer İzgü, ta ilk cümleden itibaren sorun ya da sorunları ortaya koymaya başlamış, öykünün sonuç bölümünde de çözüm getirmiştir. Sonucun başlangıçla hangi yollarla, hangi değişimler aracılığıyla farklılaştığını büyük bir ustalıkla göstermiştir.
Oldukça yalın, dokuz yaşındaki bir çocuğa yakışan bir dil kullanılmış. Ara sıra da onun bilemediği deyimle alay edilmiştir. Müdür, “ Okulumuzun yüzünü kara çıkarma” deyince, Yunus kendi kendine, “Okulumuzun yüzünün kararması ne demek? Okulumuzun yüzü var mı ki,” demiştir. Ayrıca “Çişim mi var?”, “Ya başbakan bana, ‘haydi zeybek oyunu oyna bakalım Yunus’ derse ne yapacağım?”, “Haydi yavrum Yunus Başbakan, şuradan bize iki acılı Adana söyle” cümleleri ile “ay”, “amanın”, “oh”, “uuuu”, “uf”, “ah”, “hıh” gibi ünlemler öyküye ayrı bir tat vermektedir.
Öyküde birkaç gün süren olay, zamandizinsel sıra izlemektedir. Anlatı zamanındaysa geriye dönüşler, ileriye sıçrayışlar bolca kullanılmıştır. Şimdiki zamanla başlayan öykü, bir bakmışsınız gelecek zamanla devam ediyor, derken geçmiş zamana kayıvermiş. Bu geçişler, bir izlek ve anlam bütünlüğü çerçevesinde olduğu için de okuru rahatsız etmiyor, tam tersine öykünün mizah özelliğini pekiştiriyor. Ayrıca gidişgelişler uzun sürmediği için de öykü, temposundan hiçbir şey kaybetmiyor.
Birkaç günlük bir olay, üç sayfada anlatılmış. Anlatının kompozisyonuna baktığımızda, neredeyse iki sayfası öykünün giriş bölümünü oluşturuyor ve başlangıç durumunu ele alıyor ayrıca sonuç hakkında gizli gizli ipuçları veriyor. Gelişme bölümü, geriye kalan tek sayfanın yarısında başlıyor. Konuklar başbakanlıktan gelen özel bir araçla yola çıkıyorlar. Yunus, başbakan ile tanışıyor. Onun koltuğuna oturuyor. Başbakanın, “Şimdi artık sen başbakansın, ister asarsın, ister kesersin…” cümlesi çocuğun aklını başından alıyor. “Amanın işte, aklıma gelen başıma geldi,” cümlesiyle gerilim başlıyor. Çocuğun koltuktan fırlayıverip, “Ben asamam öğretmenim, ben kesemem öğretmenim! Buraya asanlar, kesenler otursun öğretmenim!” demesiyle de beklenmedik bir şekilde sona eriyor öykü.
Yunus’un başbakanlığa girmesiyle mekân daralmaya başlıyor; “Eh artık, ben yürüyor muyum, yoksa uçuyor muyum, bilemiyorum” cümlesinden de anlaşılacağı gibi kapalı mekân çocuğu heyecanlandırıyor. Dar ve kapalı mekân aynı zamanda “Çişim mi var?” “Yok, yok…” “Uzanan kimin eli? Ay, ay, ay…” “başbakanın eli…” gibi kısa kısa cümlelerle dilde de gözlemleniyor. Ancak Yunus koltuktan fırlayıp, geniş mekâna çıkınca rahatlıyor ve “Ay, ben başbakanlık koridorlarını biliyormuşum be…” “İki dakika sonra bahçedeydim. Kapıya doğru koşuyordum” cümlelerinde de görüldüğü gibi rahatlama artık dilde de kendini duyumsatıyor.
Muzaffer İzgü olayı anlatırken neden sonuç ilişkisine girmemiştir. Soruna çözüm de getirmemiş, yalnızca olup biteni okurun gözleri önüne sermiştir. Bunu yaparken de ne aşağılayan bir tutum ne de yol gösterici bir yaklaşım izlemiştir. O yalnızca, çağına toplumsal ve politik açıdan tanıklık etmiş, öykü kişilerinin duygu ve düşüncelerini hatta edimlerini gözler önüne sermiştir. Yazar özel bir çaba sarf etmemiş ama yine de okuru düşündürüp şaşırtmıştır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: “Başbakanın Koltuğu”, okunması ve okutulması gereken bir öyküdür.
Çağdaş Türk Dili
EKİM 2011, 284. SAYI

9 Ekim 2011 Pazar

MERSİN (SONSES) - Anamur'da, sanatında 40. yılını geride bırakan ünlü yazar Osman Şahin'le söyleşi düzenlendi.


Eğitim-Sen Anamur Şubesi tarafından düzenlenen söyleşiye gazeteci-yazar Güngör Türkeli, öykü yazarı Mustafa Yalçıner, Kütüphaneler Genel Müdürlüğü'nden emekli Gökçin Yalçın, sendika üyeleri ve davetliler katıldı.
Söyleşi'de Türkeli, Yalçıner ve Yalçın, yazar Şahin'in hayatını, sanatçı kişiliğini ve edebi özelliklerini anlattı.
Gökçin Yalçın, Anamur'da Osman Şahin sinema günleri düzenlenerek Şahin'in eserlerinden sinemaya uyarlanmış filmlerin gösterilmesi önerisinde bulundu.
Bu öneriyi olumlu karşılayan Eğitim-Sen Anamur Şubesi Temsilcisi Mustafa Bakır, bu konuda gerekli girişimlerde bulunacaklarını söyledi.
Daha sonra söz alan Osman Şahin, Ahmed Arif'in ''Anadolu?yum ben'' adlı şirini okuyarak başladığı konuşmasında şunları kaydetti:
''Çocukluğum benim zenginliğimdir. Sıfırın altından başlamak bazen iyidir. Her şeye yeniden başlıyorsunuz. 10 yaşında köy enstitüsüne gittiğimde kaç numara ayakkabı giyiyorsun diye soruldu ne diyeceğimi bilemedim. Ben o zamana kadar bir insanın ayağının numarası olacağını bilmiyordum. Çünkü ben o zamana kadar yalın ayaktım. Bunları acındırmak için anlatmıyorum. Bir çağdaş Alman yazar 'bir yazarın çocukluğu onun baka kasasıdır' diyor.''
Şahin, Bulgaristan'ın Rusçuk kenti doğumlu Elias Canetti ve birçok Türk yazarın söylediği ''yazarın sanatı kendi ülkesinin acıları üstünde yükselmelidir'' sözünden etkilendiğini belirterek, ''Kendi ülkesinin acısını görmeyen bir sanatçı sanatçı sayılmaz. Kalemini satmış sanatçı zaten sanatçı değildir. Bir yazar dünyada nereyi iyi biliyorsa orayı yazmalıdır. Bugün en büyük romancılara baktığımızda onlarında en iyi bildikleri yerleri yazdıklarını görürüz'' dedi.
''Karacaoğlan'a Yunus'a sahip olmak bizim şansımız ve zenginliğimiz'' diyen Osman Şahin, 17 yaşında öğretmelik yapmak için gittiği Güneydoğu'da gördükleri ve yaşadıklarının kendini yazar yaptığını belirterek, ''Fırat'ın kıyısında yaşadıklarım beni yazar yaptı'' diye konuştu.



08.10.2011 - 11:15


8 Ekim 2011 Cumartesi

OSMAN ŞAHİN İLE ANAMUR'DA

Takvim yaprakları 6 Ekim 2011 Perşembe’yi gösteriyor. Yazar Osman Şahin, Mersin’den Aydıncık’a gelecek. Eşimle onu bekliyoruz, emekli felsefe öğretmeni İhsan Sezer de yanımızda. Öğleye doğru geliyor Osman Şahin, yüzü hep güleç. “Canım kardeşim” diyerek sarılıyoruz birbirimize. Öykü yazarı Nazmi Bayrı da iniyor arabadan, kucaklaşıyoruz.Biraz dinlendikten sonra limana gidiyoruz Kelenderis Mozaiğini görmek için.
Öğle yemeğinden sonra da yola düşüyoruz Anamur’a gitmek üzere.
Osman Şahin’in 40. sanat yılı vesilesiyle 4 Ekim’de Adana’da, 5 Ekim’de Mersin’de etkinlikler düzenlenmişti. 6 Ekim akşamı da Anamur Eğitim-Sen Temsilciliği’nde bir söyleşi yapacağız.
Nazmi Bayrı, İhsan Bey’in arabasına biniyor. Osman Şahin benim arabamda. Yoğun bir sohbet. Ne hızlı geçiyor zaman, ne çabuk bitiyor kıvrım kıvrım yollar!
Anamur’da Esya otele iniyoruz. Otelin sahibi Yakup Uygunkubaş, eşi, kızı, oğlu hepsi candan davranıyor. Evimizde gibi duyumsuyoruz kendimizi. Gazeteci yazar Güngör Türkeli karşılıyor bizi orada. Daha sonra şair Muhammet Güzel ile şair Murat Koçak da katılıyor aramıza.
Akşam yemeğinden sonra söyleşi yerine ulaşıyoruz. Eski Kütüphaneler Genel Müdürü Gökçin Yalçın bizden önce gelmiş Eğitim-Sen’e. Salon dolmuş, ilgi yoğun.
Konuşmacılar olarak alıyoruz yerlerimizi. Konuşmaya Güngör Türkeli başlıyor. Gökçin Yalçın’ın konuşmasıyla sürüyor toplantı. Ve sıra bana gelince ben de yapıyorum konuşmamı.

Değerli Konuklar,
Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Bu etkinliği düzenleyen Anamur Eğitim-Sen temsilciliğine ve düzenlenmesinde emeği geçen dostlara şükranlarımı sunuyorum. Toplantının baş konuğu, değerli yazarımız, ustam Osman Şahin’e de hoş geldin diyor, kendisini yürek yükü sevgiyle kucaklıyorum.
Osman Şahin benim öykü ustamdır. Beni öyküye o özendirdi. Çıktığım öykü yolculuğunda da hiç yalnız bırakmadı, desteğini asla esirgemedi. “Sümbül Gölü” adlı öykü kitabımın isim babası oldu, tanıtım yazısını yazdı.
40. sanat yılını kutlama etkinliğinde ustamla yan yana olmak, bana gurur ve heyecan veriyor. Heyecanlanıyorum çünkü çırağın ustası hakkında, hem de onun yanında konuşması zor zanaat. Yalnızca bu değil, doktora tezlerine konu olacak bir yazarı 20/25 dakikaya sığdırarak, onunla ilgili damıtılmış bilgiler sunmak da kolay değil.
Evet, Değerli Dostlar!
Zamanımız sınırlı olduğu için ben sizlere kısaca ustamın yaşamöyküsünden, edebi kişiliğinden ve öykücülüğünden söz edeceğim.
Osman Şahin, Mersin Aslanköy’de bir kuzlukta doğar. On üç çocuklu, yoksul bir Yörük ailesinde geçer ilk çocukluğu. Fistanlı, yalınayak, başıkabak, kaybolursa çabuk bulunsun diye de boynuna asılmış bir çanla dolaşıp durur kıl çadırın çevresinde.
Beş yaşlarındayken yılan sokar Osman’ı. Ne yol ne araba ne de para vardır hastaneye götürmek için. Kızgın demirle dağlarlar yılanın soktuğu yeri. Sütle temizlerler yarasını.
Okula başlar Osman. Çıra ışığında, senit üzerinde ders çalışır. Boş zamanlarında da oğlak güder.
İlkokulu bitirince sınava girer ve Diyarbakır Dicle Köy Enstitüsünü kazanır. Nasırlı ayakları ilk kez çorap ve ayakkabıyla tanışır. Osman Şahin de insan ayağının bir numarası olduğunu burada öğrenir.
“İkinci doğum yerim” dediği köy enstitüsünü bitirerek, soran, soruşturan, aydınlanmacı bir öğretmen olur. Daha sonra da Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi Bölümünü bitirip, spor öğretmenliği yapar çeşitli illerde.
Derken yazar olur; 30 kadar kitabın, bir o kadar da senaryonun altına imzasını atar. Öykücü ve senarist olarak da ödül üstüne ödül alır 15’i öykülerden, 35’i filmlerden. Öyküleri yabancı dillere çevrilir. “Obruk Bekçisi” öyküsünü ben de Fransızcaya çevirdim ve bir öykü antolojisinde yer aldı. Daha sonra da “Son Yörük” ü çevirdim Fransızcaya.
25’e yakın öyküsü filmleştirilir: Züğürt Ağa/ Kızgın Toprak/ Firar/ Kurbağalar/ Avcı/ Tomruk/ Kibar Feyzo/ Fırat’ın Cinleri/ Yağmurdan Sonra/ bu filmlerden bazılarıdır.
Osman Şahin’in edebi kişiliğine gelince, o toplumcu gerçekçi bir yazardır ve her şeye eleştirel bakar. Onun öykülerinin görünmeyen yüzünde devletin, düzenin, insanın eleştirisi vardır. Devlet varlığını gerektiği gibi duyumsatmadığı zaman, şeyhin, ağanın dediği yasa, yaptığı töre olur. Bu durumda da onların emrindeki insanlar bir türlü yurttaş olamaz hep kul kalır. Topraksızlığı, yoksulluğu, sömürülmeyi, cehaleti yazgı olarak kabullenir. Böyle olunca da mutluluğu öteki dünyada aramaya kalkar.
Ülke sorunlarına duyarsız kalamayan Osman Şahin, yapıtlarında feodal yapının, törenin, geleneğin esiri olmuş, ezilmiş, acı çeken insanı anlatır.
Osman şahin, gözlemci gerçekçilikten beslenen bir yazardır. Öğretmen olarak atandığı Doğu ve Güneydoğu’da, gözlemlediklerinden, yaşadıklarından ve duyduklarından müthiş öyküler çıkarmıştır. Ayrıca 1978 yılındaki bir roman eleştirisi yüzünden hakkında açılan davada 12 Eylül Döneminde 18 aya mahkûm olur. Hapishanede yaşadıklarından, gözlemlerinden diğer mahkûmlardan duyduklarından oluşan öyküler yer alır “Kolları Bağlı Doğan”da. Bu kitap tam bir 12 Eylül belgeseli tam bir hapishane edebiyatıdır. “Firar” buradaki bir öyküden filme alınmıştır.
Evet, değerli edebiyatseverler!
İnsandan, yaşamdan, gerçekten kopuk bir edebiyat anlayışına karşı olan Osman şahin, adını duyurduğu “Kırmızı Yel”den son öykü kitabı “Darağacı Avı”na kadar toplumcu gerçekçi edebiyat anlayışından, hiçbir zaman ödün vermemiş, başkalarının istediklerini değil kendi içinden gelenleri yazmış, kalemini satmamış, her koşulda dimdik durmasını bilmiş, Atatürkçü bir yazardır.
Romanları, araştırma yazıları, röportajları da olan Osman Şahin daha çok öykücü olarak tanınır. Öykücülüğü hakkında da kısaca şunları söyleyebiliriz:
Osman Şahin olay öykücüsüdür; ancak olay onun için bir amaç değil insanı ve yaşamı sorgulamak, insanın insanla ve doğayla ilişkilerini sergilemek için bir araçtır. Osman Şahin, olayı anlatırken olay karşısında insanın kişilik yansımalarını gözler önüne serer, olayın geçtiği yöredeki ekonomik ve toplumsal yapıyı, namus ve töre kavramını, kadın erkek ilişlilerini, insanların duygu ve davranışlarını etkileyen, biçimleyen, yönlendiren koşulları eleştirel bir bakışla ele alır. Yazarımız, okurlarına yoğun bir şok yaşatmak, akıllarını bulandırmak, yüreklerini titretmek için de olaydan yararlanır.
Olay, kısa bir zaman diliminde olup biter; öyle haftalara, aylara, yıllara giden, bir ömür içeren konular ele alınmaz. Dolayısıyla Osman Şahin’in öykülerinde zaman da mekân da sınırlıdır.
“Yazar, en iyi nereyi ve neyi biliyorsa onu yazar” diyen Şahin’in ilk öykülerinde olay, kişi ve mekân Doğu’ya aittir. Sınıf arkadaşı Adnan Binyazar, Osman Şahin’e “ Sen aslına dön, Toroslar’ı anlat, nasıl olsa Doğu’yu anlatan var” deyince de Şahin kendi yöresini yazmaya başlar ama yine de bırakmamıştır Doğu’yu. Doğu’yu anlatan yazarlardan farkı ise, Osman şahin’in olay ve kişilere daha insanca bakmış, daha insanca yaklaşmış olmasıdır.
Osman Şahin’in çocukluk yılları Toroslar’da geçmiştir. Çocukluğunda yaşadıklarından, duyduklarından ya da daha sonraları kendisine anlatılan olaylardan müthiş öyküler yaratmıştır. Dört kuşak geri dedesi Çolak Osman Ağa efsanelerinden çok güzel öyküler avlamıştır. Yazarımız her iki bölgeyi de çok iyi tanıdığından, öykülerinde ikisinden de asla vazgeçememiştir.
Öykülerinin kurgusu oldukça sağlamdır. Giriş ile sonuç arasında gayet güzel bir uyum vardır. Öykü mimarı Osman Şahin, okuru etkilemesini çok iyi bilir. Onu öykünün içine çekmek, heyecanlandırmak, merak ettirmek, öyküyü bırakmasına izin vermemek onun en önemli özelliklerinden biridir. Onun öykülerinde müthiş bir gerilim, zaman zaman hızlı bir tempo dikkat çeker.
Ayrıca okur çoğu kez onun öykülerinde, öykü içinde öyküyle karşılaşır: Geri dönüşlerle öykü kahramanları ya da olayla ilgili çok çarpıcı kısa bilgiler verir. Verdiği o birkaç cümlelik bilgi, bir bakmışsınız bir başka zaman kocaman bir öykü olup çıkmıştır. “Ölüm Oyunu” öyküsü buna açık seçik bir örnektir: İdris, babasının katili Hamit’i ormanda kıstırıp öldürür, cesedini de bozulup kokuncaya, kurtlanıncaya kadar ayaklarından asılı bırakır ağaçta. Osman Şahin’in “Ölüm Oyunları” adlı öykü kitabı 2002’de çıkmıştı. Sekiz yıl sonra çıkan “Darağacı Avı”, işte o öyküde geçen üç cümlelik bilginin tam yirmi yedi sayfada anlatılmış biçimidir.
İdris’i kovalayan kardeşlerin babası da onun babasını kan davası nedeniyle pusuya düşürerek değirmende öldürmüş, cesedini taşa bağlayarak saatlerce döndürmüş, kurbanına eziyet etmiş. Kim bilir, bir gün bir bakarsınız Osman Şahin, bu kısacık bilgiden de müthiş bir öykü çıkarır.
Dil konusunda çok titizdir, Osman Şahin. “Dilimizi toprağımızı korur gibi korumalıyız. Çocuklarımıza bırakabileceğimiz en büyük servet, zengin, temiz bir Türkçe olmalıdır” der.
Türkçenin sunduğu olanaklardan çok iyi yararlanan, sözcükleri bir kuyumcu titizliğiyle seçip kullanan Osman Şahin, konuşma dilinden uzak, düzgün, temiz, anlaşılır, akıcı, şiirsel bir öykü dili kullanır. Çıplak ve düz bir anlatım yerine betimlemelere, imgelere, simgelere, çağrışımlara başvurur. Olayın geçtiği bölgeye özgü sözcük ve deyimlerden de yararlanmasını bilir. Okur da bu öykülerde belki de ömründe ilk kez duyduğu “Ağız içinde dil gibi”, “Ağzı kör olasıca”, “Dağın başındaki su kimseye ait değildir” gibi sözcük ve sözcük öbekleriyle, deyim ve atasözleriyle karşılaşır.
Değerli Dostlar!
Konusuyla, kurgusuyla, mesajıyla, diliyle kırk yıldan beri yazınımıza birbirinden değerli yapıtlar kazandıran ustam Osman Şahin’in 40. sanat yılını en içten duygularımla bir kez daha kutluyor, kendisine saygılarımı sunuyorum. Sizlere de dikkat ve sabrınız için teşekkür ediyorum.
En son Osman Şahin konuşuyor ve soruları yanıtlıyor.

10 Mayıs 2011 Salı

YALÇINER'E ÖZEL ÖDÜL!

Antalya Güncel Sanat Dergisi tarafından düzenlenen Kısa Öykü ve Kaygusuz Abdal Şiir Yarışması sonucunda, öykü bölümünde Aydıncıklı yazar Mustafa Yalçıner ’’Akdeniz Özel Ödülü’’ aldı.

Mustafa Yalçıner, yaptığı açıklamada, Güncel Sanat Dergisi'nin düzenlediği, Kısa Öykü ve Kaygusuz Abdal Şiir Yarışması'nın öykü bölümüne ''Sabrın Bedeli'' adlı öyküyle katıldığını belirtti.

Yalçıner, şunları kaydetti:

''Bir Akdenizli olarak Akdeniz Öykü Ödülü almaktan onur duydum. Güncel Sanat Dergisi ile TED Alanya Koleji tarafından Alanya'da düzenlenen Alanyalı Halk Ozanı Kaygusuz Abdal Sempozyumu ve Ödül Töreni'ne davet edildim. Akdeniz Özel Ödülü’ne layık görüldüğüm için mutluluk duyuyorum.''