KELENDERİS'TEN AYDINCIK'A

KELENDERİS'TEN AYDINCIK'A

13 Ekim 2010 Çarşamba

YAZILARIMDAN BAZILARI

SABAHATTİN ALİ’NİN
DEĞİRMEN ÖYKÜSÜNDE MEKÂN
Mustafa B. YALÇINER

Öyküde mekân, yazar tarafından kurgulanmış, olay ve kahraman için gerekli bir coğrafyadır. Bu coğrafya, fizikî olduğu kadar da beşerîdir ve yüzey şekilleri, bitki örtüsü, iklimi, insanları, onların davranışları, yaşantıları, gelenek ve görenekleri hakkında bilgiler verir. Bu coğrafyada geçen yer adları, bitki ve hayvan türleri, insanların giyim kuşamıyla kullandığı dil okuyucuyu belli bir bölgeye hatta bir kente ya da köye götürebilir. Ancak yazarın yarattığı ile okuyucunun bildiği coğrafya örtüşmeyebilir. Yazar bilinen coğrafyadan bazı öğeleri alabilir ya da tutarlı olmak koşuluyla orada bulunmayanları da ekleyebilir. Dolayısıyla yazarın yarattığı mekân, okuyucunun bildiği mekândan farklı olabilir.

Öyküde mekân, genellikle dış yaklaşımla incelmiştir. Bir başka deyişle mekân öykünün dışında tutulmuş, ona tarihi, coğrafik ve sosyolojik açıdan bakılmıştır. Öykünün geçtiği yer ile yazarın yaşamı arasındaki ilişkiler, benzerlikler araştırılmış ve mekân, olayın geçtiği coğrafya hakkında çeşitli bilgiler içeren bir doküman olarak ele alınmıştır.

Oysa mekâna iç yaklaşımla bakılırsa, görülecektir ki onun öyküde yapıcı bir işlevi vardır. Mekânla ilgili bütün bilgiler, okurun öykü kahramanı tanımasına, onun duygularını, ruh halini belki de sırlarını öğrenmesine yardımcı olur. Mekândaki açık/kapalı; alçak/yüksek; yatay/dikey karşıtlıklar, kişilerin hareket alanı yani inişler çıkışlar, bulundukları yerin darlığı ya da genişliği, hava durumu, olay zamanında (gece/gündüz; yaz/kış) kullanılan imgelerin bir anlamı vardır. Bu bakımdan öykünün anlamının kavrandığı yerdir, mekân. O, bir eğretileme sanatıdır. Dolayısıyla bir belge olarak görülmemelidir.

Emile Zola, “Kişi mekânından ayrı düşünülemez; elbisesi, evi, yaşadığı köy ya da kasaba hatta bölgesi etkiler onun davranışını” demiştir. Kahramanın davranışı, iç dünyası, işte bu mekân yardımıyla anlaşılır. Betimlenen çevre, okuyucunun dikkatini kahramanın kişiliğine çeker ve olaya bir sahne olmaktan öte öykünün mesajının anlaşılmasına yardımcı olur. İklim, mevsim, gece, gündüz kısacası sahnenin dekorunu oluşturan her şey, okuyucunun, tanık olduğu söz ve hareketlerin gücünü ve anlamını yakalamasına yardımcı olur.

Mekân, zaman, olay ve kişiler gibi, öykü sisteminin bir parçasıdır. Bu dört öğe, sistem içerisinde aynı düzeydedir ve aralarında yatay bir ilişki vardır. Dolayısıyla mekân diğer öğeleri etkilediği gibi onlardan da etkilenir. Ayrıca öyküde egemen durumunda olan, öykünün anlamı, vermek istediği mesajı, yazılma nedeni diyebileceğimiz öykünün düzenleyici merkezine de doğrudan doğruya dikey bir ilişki ile bağlıdır. Bazı öykülerde mekânın öykünün düzenleyici merkeziyle tematik ilişki içerisinde olduğunu da görürüz.

Şimdi böyle bir yaklaşımla Sabahattin Ali’nin Değirmen adlı öyküsünde mekânı incelemeye çalışalım:

Değirmen, bir aşk öyküsüdür. Aşk ise öykünün başlarında şöyle tanımlanır: “Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu? … Aşk sana bunları yaptırabiliyor mu? İşte o zaman sana seviyorsun derim…”

Aynı sayfada bir başka cümleyle de pekiştirilir bu sav: “Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun…”

Öykü bir aşk tanımıyla da son bulur: “Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül edemeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.”

Değirmen’in düzenleyici merkezi, işte bu tümcelerle kendini gün ışığına çıkarmaktadır. Öykü bu merkezden hareketle kurgulanmış, görev dağılımı da buna göre yapılmıştır.

Öykünün erkek kahramanı, yağız tenli, kara saçlı, kara gözlü, geniş omuzlu Atmaca, öğrenim görmüş, nota bilen, konaklarda klarnet çalmış bir Çingene delikanlısıdır. Peşinden onlarca güzel kadın ya da kız koşmuş olmasına karşın hiçbirine dönüp bakmamıştır. İlkbaharda (“… -karların erimeye başladığı meysimdeydi-…”) Atmaca, bir değirmenci kızına sevdalanır. Bu köylü kızı, küçükken sağ kolunu değirmenin çarkına kaptırmış, ihtiyar babasıyla yaşamaktadır. Düğünlere gidip oynamamış, taydaşları derede yüzerken, onlara katılmamış, sürekli ayıbını saklamaya çalışmış. Aslında değirmencinin kızı da sevmektedir Atmaca’yı ama tek kollu olmasını birleşmelerine bir engel olarak görür:

“… Düşün ki, her karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle rezil etmek ister misin? Bırak beni, ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım, sen de bir daha buralara uğrama. Bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni inandırmaya kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan git!..”

Atmaca’nın kanatları düşüyor. “Hiç kimseyle konuşmuyor, düğünlere gitmiyor, zeytinlerin altında tek başına çalıyordu. Ama geceleri çınarın altında adamakıllı coşar, gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi…”

Değirmen öyküsünde mekân, bir dere ile su değirmenidir. Olayın en gergin anıysa değirmende geçer. “Değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı. Sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler oynatıyordu. Bütün gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi: Kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken Atmaca çalmaya başlamıştı.”

“…dışarıda fırtına arttıkça atmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu…” Yağmur hızlanıyor, arkası arkasına yıldırım düşüyor. Gök durmadan gürlüyor. Fırtına daha da hiddetli esiyor, rüzgâr ıslak kamçısını şaklatıyor duvarlarda. İçeriden ve dışarıdan gelen gürültü, insanı çıldırtacak şekilde gittikçe artıyor. Mekân daralıyor. Çarklar, taşlar, kayışlar büyük bir gürültüyle dönüyor. Onlarca gürültü sözleşip gelmiş sanki değirmene.

Tüm bu gürültüler, aslında, Atmaca’nın iç dünyasının söylenmemiş şarkısıdır. Onun ruh halini yalnızca betimlenen fiziki çevre değil aynı zamanda çaldığı parçalar da açıklıyor. “Ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmaya bizim kullandığımız kelimelerin takati yoktur… Bazen okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi… Fakat derhal yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline geliyordu.”

İşte o gece Atmaca, değirmende klarnet çalarken olan oluyor. “Gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı. Bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık, sonra delice bağırarak arkasından koştuk… Sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu…”

Mekân olarak seçilen dere, Atmaca’nın yaşam öyküsü gibi akıyor: Durgunluk, hareket ve cılızlaşma, hem çayda var hem de Atmaca’nın yaşamında.

“ Tavuslara, sülünlere bakmaya tenezzül etmeyen yabani kuş, kanadı kırık bir çulluğun şikârı (avı) olmuştu.” İşte o andan itibaren bir hareketlilik göze çarpıyor Atmaca’nın yaşamında, tıpkı başlangıcı durgun olan derenin daha sonra çağlamaya başlaması gibi. “Ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu…”

Değirmenden sonra azalıyor derenin suyu. “… Bir gece onu (Atmaca’yı) çağırdım, derenin alt başına gittik, kavak fidanlarının arasına oturduk. Çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir kurbağa sesinden başka hiçbir ses duyulmuyordu.”

Öykünün anlamı, olayla verilmeye çalışılmışsa da manzarayla, çevredeki nesnelerle de kendini duyumsatmaktadır. Değirmen’de, olay anı hazırlanırken kullanılan sözcüklerin şiirselliği de bir hayli katkıda bulunuyor öykünün güzelliğine. “İçeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor, birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu…” Bu cümlede kullanılan üç yüklem (homurdanmak, şaklamak, gıcırdamak) ses çıkarıyor adeta; sert ünsüzlerden Ç,4; K,5; T,4; Ş ise 5 kez yineleniyor.

Öyküde, her nedense olaya daha çok önem verilir. Oysa öykü bir sistemdir ve bu sistemi oluşturan başka öğeler de vardır. Bunlardan birini ya da birkaçını ön plana çıkararak yalnızca onun ya da onların üstünde durmak, diğerlerine üvey evlat muamelesi yapmak olmaz mı?

Oysa öyküyü, öğeleri arasındaki yatay ve dikey ilişkiler ağını çözerek, dilin nasıl kullanıldığına, çıkarımlara, anıştırmalara dikkat ederek okumak, büyük haz verir iyi bir okuyucuya.

Afrodisyas-sanat
EDEBİYAT, SANAT VE KÜLTÜR DERGİSİ
OCAK-ŞUBAT 2010

****
ADONİS VE HYAKİNTHOS YÖRÜK YURDUNDA
Mustafa B. YALÇINER

Bahar gelince oturamam evde. İçimdeki çocuk gıdıklar, “Haydi, dağlara çıkalım” der durmadan. İşte tam bu sırada, Toroslar’dan “Haydi, misafirim ol” diyen bir ses gelir yankılanarak kulaklarıma. Dayanamam ben de. Elimde fotoğraf makinesi, atarım kendimi dışarıya. Çocuk ve ben bineriz arabaya, koyuluruz yola.

İşte yine geldi bahar. Isındı toprak ana. Ağaçlar, çalılar rengârenk. Badem ağaçları bembeyaz, deve azganları ise sarı gelinlik giymiş; düğün var sanki doğada. Domuz baklası mor, salepse beyaz ya da pembe çiçekleriyle sergiliyor tüm güzelliklerini.

Dağlardayız; Yörük Tepe tarafında, arabayı park edip yürüyoruz. İçimdeki çocuk, ipinden boşanmış dana gibi koşup duruyor kırda.

Bitkiler podyuma çıkmış. Adamotları, kimi beyaz kimi mor çiçekleriyle, sere serpe uzanıvermiş toprağa. Orhan Veli’nin dediği gibi “Olmaz ki, böyle de yatılmaz ki!”

Taşların arasında emzikotları takmış mor, beyaz, kırmızı küpelerini. Çekip alıyorum birini. Somuruyorum. Balı akıyor ağzıma.

Oğlak melemeleri, çan sesleri geliyor kulağıma. Boynunda çaprazıyla bir çoban köpeği, havlayarak bize doğru koşuyor. Çakılıp kalıyorum olduğum yere. Çocuk da korkuyor.
Bir Yörük kızı, bağırıyor köpeğine. Böyle bir mayanın sözünden çıkar mı hiç o hırçın, saldırgan bekçi? Koca karabaş, süt dökmüş kediye dönüyor.

“Merhaba” diyorum al yanaklı çoban kıza. “Merhaba, Hocam” diye yanıtlıyor. “Geçen sefer çektiğin fotoğrafımı getirdin mi” diye soruyor. Getirmedim. Seni burada bulacağım aklımın ucundan bile geçmedi ama söz veriyorum, onu sana ulaştıracağım. “Beklerim, valla” dedikten sonra koşuyor oğlakların peşinden.

Tanrı Adonis sanki burada yaralanmış. Kıpkırmızı dağlaleleri karşılıyor bizi. Sana dağlalesinin öyküsünü anlatayım mı, diyorum çocuğa. “Haydi, haydi” diyor o da.

Güzeller güzeli Afrodit, Adonis’e âşık olur ve onunla dağda, ormanda gezmeye başlar. Afrodit’in kocası Ares, bu yakışıklı delikanlıyı çok kıskanır.

Bir gün, Afrodit şerefine düzenlenen bir av partisinde, Ares bir yabandomuzu salar Adonis’in üzerine. Hayvan yaralar onu. Ölümle pençeleşir Adonis. Afrodit de onu kollarına alır ve sağaltmak üzere götürürken damlayan kanlar, dağlalelerine dönüşür.

Koparıp inceliyorum lalelerden birini. Gövdesini dairevi şekilde saran ve yüksüğü andıran yaprakların arasından yükseliyor sürgünü. Çiçek, bu sürgünün ucunda açmış. Taçyapraklarının, üreme organının hizasına kadar olan kısmı sütbeyaz, geriye kalan kısmıysa kan kırmızı. İrice birinin fotoğrafını çektikten sonra bakıyorum çevreme acaba Afrodit hâlâ oralarda mı diye. Güzel bir Yörük kızı görüyorum, bana bakıyor. Allı pullu yazması ve rengârenk elbisesiyle. Merak ediyor ne yaptığımı. Senin de bir fotoğrafını çekeyim mi deyince, keklik gibi sekerek uzaklaşıyor oradan, koşuyor ileride yayılan develerinin yanına.

Biniyoruz artık arabaya. Binlerce çiçeği bağrına basan Yörük Tepe’nin “Güle güle. Söyleyin başkalarına, onlar da gelip bir çiçeğimi koklasın” diyen sesi yayılıyor arkamızdan, dalga dalga.
Gülnar tarafına gidiyoruz. Yol boyunca, kesilmiş çamlar. Onlarca çam kese böceği var ayakta kalanlarda. Sararmış ağaçlar, alaz yalayıp geçmiş sanki!

Tırmanıyoruz Sele yokuşunda. Zeytinli dönmedeki küçük, taşlı ve kumlu, bol güneş alan bir yakada domuz baklaları. Acıbakla diyenler de var adına. Beş yaprağıyla, bir eli andırıyor. Ucu kuş gagası şeklinde mor çiçek açmış. Onların da birkaçı giriyor fotoğraf makinesine.

Sele’de yol boyu papatyalar dizili, bakan karşılayan ilkokul çocukları gibi. İlerliyoruz biraz daha. Köyün gömütlüğüne varınca, sağa sapıyoruz, Eskiyörük Köyü’ne doğru. Arazi, engebeli ve taşlık. Boşuna dememişler Taşeli diye. Eskiyörük’ü de geçiyoruz. Makilerin arasında keçiler yayılıyor, gökyüzündeyse küme küme koyunlar.

Küçücük sekilerde mor sümbüller açmış. “Dur” diyor çocuk “inelim, şu pırnalların arasındaki sümbülü koparıp koklayayım. Çekiyorum arabayı yolun iyice sağına. İniyoruz. Ben, elimde bir sümbül koklayarak çıkıyorum bir kayaya ve oturuyorum. Hafiften bir lodos esmeye başlıyor. Denizden gelen yosun kokusu karışıyor sümbül kokusuna. Ta uzaktaki tarlada sümbül yolan iki erkek ile bir de güneybatıdan gelen yel, sümbülün yaratılış öyküsünü getiriyor aklıma.

Tam o sırada da, “Sümbülün öyküsü yok mu” diye soruyor çocuk. Ben de anlatıyorum: Mitolojiye göre Hyakinthos, çok yakışıklı, ölümlü bir delikanlıdır. Onun güzelliğine hayran kalan Apollon, ona yürekten bağlanır ve arkadaşlık teklif eder. Hyakinthos da bu arkadaşlığı kabul eder. Ne var ki Meltem Tanrısı Zefiros da vurgundur delikanlıya. Ama Hyakinthos, Zefiros’u reddeder. Bunun üzerine Zefiros deliye döner. Onun Apollon ile olan sıkı fıkı dostluğuna dayanamaz, kıskançlığından kudurmak üzeredir.
Bir gün Apollon ile Hyakinthos disk atarlarken, Zefiros, Apollon’nun fırlattığı diski üfleyerek Hyakinthos’un başına çarptırır. Delikanlı da oracıkta ölür. Çok üzülen, umarsız Apollon, sevgili arkadaşını bir çiçeğe, sümbüle dönüştürür.

Acı bir çığlık atıyor çocuk. “Parmağım kanıyor” diye bağırıyor avaz avaz, “ burada ya bir yabandomuzu var ya da elime disk çarptı.” Geliyor yanıma ağlayarak. Bakıyorum bir pırnal meşesinin dikeni batmış eline. Çekip çıkarıyorum onu. Öp şimdi parmağını, geçer acısı diyorum. Çocuk da karşı gelmiyor.

Elimizde birer demet sümbülle arabaya binecekken, bir badem çiçeği konuyor kapı koluna. Elime alınca, dile geliyor çiçek: “Birkaç gün sonra gel de Agdistis’ten de söz et. Ayrıca meşenin de selamı var, o da yakında göverecekmiş. Filemon ve eşi Bosis (Baucis) sizi bekliyormuş.”
Sen de onlara selam söyle. Söz, yine geleceğiz, diyorum…
AFRODİSYAS-SANAT 16. SAYISI (Temmuz-Ağustos 2009)
***
PASAPORTSUZ SÖZCÜKLER
Mustafa B. YALÇINER

Bir sözcüğün madeni paranınki gibi ön ve arka yüzü vardır. Dilbilimciler yazılı ya da sözlü olan yüzüne gösteren, gösterenin uyandırdığı arka yüzündeki kavrama gösterilen, ikisine birden de gösterge derler.
Diller arasında bir gezintiye çıkıldığı zaman, bir dil ile bir başkasında gösteren ve gösterilenin bazen aynı olduğu görülür. Bu durumda söz konusu gösterge bir dilden ötekine geçmiş demektir. Bu da genellikle daha önceden kültüründe olmayan dile doğru olur. Futbol, kravat, petrol, tren, vb gibi.
Bazen ise geçiş sırasında gösteren değişmezken, gösterilen (kavram) farklılaşabilir. Fransızca’dan fular ve eşarp diye iki sözcük almışız. Gösterenleri aynı ama her ikisinin de gösterilenleri farklı girmiş dilimize. Fular Türkçe’de “boyna bağlanan, bir tür ince ipek kumaştır”; eşarp ise başörtüsüdür. Ayrıca bizim kültürümüzde fuları erkekler, eşarbı bayanlar kullanır. Oysa Fransızlar fuları başa, eşarbı boyna bağlar. Bu nedenle de türban ya da başörtüsüne “ İslam fuları” derler. Bu durumda bir Fransız erkeğin Türkiye’de bir mağazaya gidip eşarp istemesi, satıcıda nasıl bir yüz ifadesi oluşturur acaba?
Kültürümüzde yeni bir kavram yani gösterilen oluşur ama onu uyandıracak gösteren henüz yoksa ona Türkçe bir ad koymak yerine yabancı dilin birinden, genellikle de söyleyiş bakımından daha kolay geldiği için Fransızca’dan, gösterini alıveriyoruz. Halk da onun söyleyişini biraz bozuyor ve ortaya kökeni belirsiz bir sözcük çıkıyor. Örnek verecek olursak: “Kanalizasyona inmek ve tıkanıklığı gidermek üzere yapılmış özel baca” gösterilen olarak var ama göstereni yok. İşin kolayına kaçmışız ve Fransızca’dan “rögar” sözcüğünü almışız. Bilindiği gibi Ural/Altay dil grubunda L ve R seslerinin ayırt edici özelliği yoktur ve birbirinin yerine rahatlıkla kullanılır. Türkçe de bu dil grubundan olduğu için halk ağzında “rögar” önce “lögar” ardından da ses uyumuna göre “ logar” olup çıkmış. Zahmet edip ona Türkçe bir gösteren bulsaydık, şimdi rögar mı yoksa logar mı diyeceğiz sorusunu sormazdık.
Yine kültürümüzde birkaç katlı ve her katında bir veya birkaç daire bulunan yapılar oluşmaya başlamıştı ve bu kavrama da bir gösterge gerekliydi. Fransızca “apartman” sözcüğünü alıp kullanmaya başladık. Ancak apartman sözcüğünün kavramı da net değil. “ Kiralık apartman” yazısından ne anlayacağız? Birkaç katlı bina mı yoksa içerisindeki bir daire mi kiralık?
Yabancı dilden sözcük ithali yalnızca bize özgü değil. Fransızlar da Türkçe’den bahşiş kelimesini alıp bakchich (bakşiş) yapmışlar ama gösterilenini çok değiştirmişler ve “Yaptırılmak istenen bir işte yasa dışı kolaylık ve çabukluk sağlanması için bir kimseye mal veya para olarak sağlanan çıkar” kavramını yüklemişler. Göstereni bahşiş gösterileni ise rüşvet olmuş.
İşin ilginç yanı bir dilin bir başkasına sözcüğünü verdikten sonra aynı sözcüğü o dilden gösteren ve gösterileni farklı bir şekilde geri almasıdır. İngilizler bakmış ki Fransız erkeği ilgi duyduğu kadına çiçek veriyor. Bunun üzerine Fransızca flör ( çiçek) sözcüğünü kadınla erkek arasındaki duygusal ilişki ya da birbirine karşı duygusal ilgisi olan kadın ve erkek yerine kullanmak üzere flört yapmışlar. Fransızlar da aynı sözcüğü alıp flört yapmak anlamına flörte diye bir fiil türetmiş.
Yine Fransızlar turunçgillerden meyvesi hamken küçük yeşil bir portakalı andıran ama olgunlaşınca sararan, kesildiği zaman içi yeşilimsi tadı acı, meyvesinin kabuklarından reçel yapılan ve esans çıkarılan bir ağaç tanımışlar. Adına da bergamot (Citrus bergamia) demişler. Batılı bazı kaynaklara göre bergamot, Türkçe “ bey armudu” sözcüğünün bozulması sonucu ortaya çıkmış. İşte biz de bey armudunu vermiş ve onu bergamot (halk ağzında bergamut) olarak geri almışız.
Bu sözcük geçişleri bir dereceye kadar kabul görebilir. Ancak bunun da bir sınırı vardır. Pasaportu olmayan ya da pasaportu olduğu halde bazı ülkeler için vize alamamış bir kişi nasıl yabancı bir ülkeye giremiyorsa, bir sözcük de sınırdan sorgusuz sualsiz girememelidir. Önlem sınırda alınır, ülke içerisine girip halkın diline sızmışsa ve toplum onu benimsemişse, artık o sözcük için yapılacak bir şey kalmaz. Dil gümrükçülerimiz görevini yapmazsa, bir gün gelir çoğunluktan azınlığa düşeriz. En sonunda da güzelim Türkçe kirlenme, yabancılaşma ve yozlaşmayla yok olur gider. Dili kaybolan bir ulusun vatanı kalır mı acaba?

ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ DİL DERNEĞİ'NİN AYLIK DİL VE YAZIN DERGİSİ
Sayı: 225 / Kasım 2006

***

DİLİMİZDE BİR KILÇIK: “-N” ÜNSÜZÜ
Mustafa B.Yalçıner

Bilindiği gibi Türkçemizde iki ünlü arasına giren ünsüzlere “kaynaştırma” ünsüzleri denir ve bu sesler “-n”, “-s”, “-ş” ve “-y” olmak üzere dört tanedir. “-N” ünsüzü üzerinde durmak istediğim bu çalışmanın bir bölümünde söz konusu ünsüz, “Arapaşından biraz daha alabilir miyim” örneğinde olduğu gibi kaynaştırma görevini üstlenmediği için terim kargaşasına yol açmaması bakımından, “kaynaştırma” sözcüğünü özellikle kullanmadığımı belirtmek isterim.
“-N” ünsüzünün kullanıldığı yerler:
1- “Bu”, “şu” ve “o” adılları bir ad durum eki alacağı zaman “-n” ünsüzü, adıl ile ek arasına girer. Örnek: “O+n+a bu+n+u ben söyleyeceğim.”
2- Ünlü ile biten bir sözcük, “-in” ilgi eki alacağı zaman sözcük ile ek arasına “-n” ünsüzü girer. Örnek: “Çanta+n+ın sapı elimde kaldı.”
3- Bir ad durum eki, iyelik eki almış bir sözcükten sonra gelecekse, bu sözcüğe önce “-n” ünsüzü, ardından da ad durum eki getirilir. Örnek: “Ali’nin terbiyesizliği+n+i babası+n+a siz söyleyiniz.”

“-N” ünsüzü, kullanıldığı birinci ve ikinci konumlarda dilimizde sorun yaratmazken üçüncüsünde ara sıra kılçık olup durmadan batıyor. Bazı yazarların, bazı televizyon sunucuların ya da yayına katılan konuşmacılarının bir bölümünün “-n” ünsüzünü yanlış kullandıklarına tanık oluyoruz.

Örneklemek gerekirse, sis nedeniyle tıkanan trafik için televizyon kanallarından birinde sunucu, “ Trafik, yoğun sis nedeniyle Kocaeli’nde tıkandı” bir başkasındaki ise “Trafik, yoğun sis nedeniyle Kocaeli’de tıkandı” diyor. Yine televizyon kanalının birçoğunda “ Sayın Kadıoğlu’ya soralım” ya da “Sayın Kurtoğlu’ndan alalım sorunun cevabını” ya da “ Bu şarkıyı bir de Bayrakoğlu’dan dinleyelim” türünden cümleleri sıkça duymaya başladık. Gazetelerden biri “ Beyoğlu’ndaki yangın kısa zamanda kontrol adlına alındı,” diğeri ise “ Beyoğlu’daki yangın kısa zamanda kontrol adlına alındı” diye yazıyor. Bir gazete,“Hindistan'da danslarıyla tanınan Tanyeli'ye, 'Avare' filminin unutulmaz aktörü Raj Kapoor'un film şirketinden başrol önerildi” yazdı.

“Gece yarısı Taşucu’ya vardık”/ “Gece yarısı Taşucu’na vardık” cümlelerinden hangisi doğru? “Kızım, Kırklareli’ye atandı,” mı diyeceğiz yoksa “Kızım, Kırklareli’ne atandı”mı? “Ben yasemini değil, hanımeliyi seviyorum,”/ “Ben yasemini değil, hanımelini seviyorum” cümlelerinin hangisi doğru sayılacak?

Bu sorulara yanıt verebilmek ve dilimizdeki bu kılçığı ayıklamak için önce “Kuşadası” sözcüğünü inceleyelim. Kuş+ada+s+ı ad öbeğinde, kuş ve ada ad, “-s” kaynaştırma ünsüzü, “-ı” ise iyelik ekidir. İyelik eki alan sözcükten sonra “-n” ünsüzünün kullanıldığı sıkça görülüyor. Bu nedenle bence “Bu yaz Kuşadası’ya gittik” değil, “Bu yaz Kuşadası’na gittik” doğru olacaktır. Aynı şekilde Taş+uc+u da bir ad tamlamasıdır. Dolayısıyla “Gece yarısı Taşucu’na vardık” demek gerekiyor. “Ben, onun arabasına bir daha binmem”, “Yapımcı, filmin çekimleri için Osmaneli’ni tercih ediyor”, “Taşucu’nda çalınan araba, Kızkalesi’nde bulundu”, “Karagöz’ün heykeli Kırklareli’ne dikildi”, “Başucundaki kitabı aldı” gibi cümlelere bakıldığı zaman “-n” ünsüzünün iyelik eki almış sözcüklerden sonra geldiği görülmektedir.

Ayrıca günümüzde birçok kişinin soyadı, Köroğlu, Sarıoğlu, Kocaoğlu, Devecioğlu gibi “-oğlu” ile bitiyor. Soyadı olarak kullanılan bu sözcükler de yapısal bakımdan ad tamlamasıdır. Dolayısıyla “Çapanoğlu’ya” değil “Çapanoğlu’na”, “Kurtoğlu’dan” değil “Kurtoğlu’ndan” denilmesinin doğru olacağı kanaatini taşımaktayım.

Elimdeki sözlüklerden biri, “kahverengi” sözcüğü “-i” ad durum eki alacağı zaman “-y” ünsüzü ile kullanılır diyor, diğeriyse her ikisini de doğru kabul ediyor. Bu durumda “kahverengiyi sevmiyorum” mu yoksa “ Kahverengini sevmiyorum” mu diyeceğiz?

Ayrıca aşçıbaşı ile çarkçıbaşı arasında yapı bakımından nasıl bir ayrım var ki ad durum ekleri, birincisine “-n” ikincisine “–y” alarak eklenecek? Ustabaşı, elebaşı, çeşnicibaşı ve çeribaşı sözcüklerinden sonra “-n” yoksa “-y” mi kullanılacak? Bu sorunun yanıtı ise oldukça ilginç: Anılan dört sözcükten yalnızca “elebaşı”, “-y” ekiyle kullanılıyor. Bu arada onbaşı, yüzbaşı ve binbaşı sözcüklerinin de sadece “-y” ile kullanıldığını belirtelim. Dile gönül verenlerin bile zorlandığı bu konuda, dili yalnızca bir iletişim aracı olarak kullananlar ne yapsın?

Sonu “-eli” ile biten Yusufeli, Türkeli, Taşeli, Osmaneli, Kırklareli vb. yöreler için ad durum ekleri nasıl kullanılacak? Bir başka deyişle “Tunceli’deki çatışma” mı yoksa “Tunceli’ndeki çatışma” mı doğru sayılacak? “Kırklareli’ne” mi yoksa “Kırklareli’ye mi gideceğiz?

Gelecek kuşaklara tertemiz bir dil bayrağı teslim etmek istiyorsak, dilimizdeki bu kılçık ayıklanmalı, bu konu tam bir kurala bağlanmalı ve buna da hiç olmazsa Türkçe sevdalıları kesinlikle uymalıdır diye düşünüyorum.


ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ Sayı: 240 / Şubat 2008

***

AŞAĞI YUKARI
Mustafa B. YALÇINER


Dili bir “dert anlatma” aracı olarak görenler için, önemli olan iletişimin sağlanmasıdır. “Dil yalnızca bir iletişim aracı değildir, onun bir de sanatsal işlevi vardır” diyenler içinse, ne söylendiği kadar nasıl söylendiği de önemlidir.


Ama ne yazık ki son yıllarda bu son gruba girenlerin sayısı hızla azalmaktadır. Kitapları çok satan edebiyatçılarımızın birçoğunun bile dile gereken önemi vermedikleri görülmektedir. Nerede kaldı o dil kuyumcusu yazarlar, şairler, düşünürler demeye başladık.


Gelişmiş ya da gelişmekte olan her toplumda, dil devingendir. Günün koşullarına göre kendi yolunu yine kendisi çizer. Yazar, şair ve düşünürler dilin bir kalıba sokulmasına, biçimlendirilmesine ve zenginleştirilmesine yardımcı olur. Onların bu konudaki işlevleri kesinlikle yadsınamaz.


Durum böyleyken, bir aygıtın tanıtmalığında “Yazın yukarıdan aşağı, kışın da aşağıdan yukarı bir hava akımı sağlar,” tümcesini okudum. Yazınsal kitapların birinde, “Kadın aşağıdan yukarıya seslendi” bir başkasında, “Gözümü yumdum, aşağıdan yukarı elimde taşlarla üzerlerine seğirttim” bir diğerindeyse, “Elini yukarı doğru kaldırdı” yazıyordu.


“Aşağı” ve “yukarı” sözcüklerinin cümle içerisindeki görevlerine bir göz atalım:


“Arkadaşım, aşağı mahallede oturuyordu”, “Amcamlar, Yukarı Ayrancı’ya taşındı” cümlelerinde, iki sözcük de sıfat görevinde olduğu için, yalın haldedir.


“Emir, yukarıdan geldi”, “Ablamlar altlı üstlü oturuyordu; biz aşağıda kaldık, annemler de yukarıda”, “ Sen yukarıyı bırak da aşağıya bak” cümlelerinde geçen “aşağı” ve “yukarı” sözcükleri, yer zarfıdır. Eylemlerin yapısına göre de durum ekleri almıştır.


“Bütçem beş binden yukarısını kaldırmaz”, “Kurbanlıkların en aşağısı, beş yüz liraydı” tümcelerinde, her iki sözcük de ad görevindedir. İşlevlerine göre durum eki almış ya da almamıştır.


Aynı sözcüklerin, dilbilgisel işlevlerinin dışında, “aşağı görmek”, “aşağıdan almak” örneklerinde olduğu gibi bir eylemle birlikte kullanılarak, “birleşik fiil” oluşturduklarına da tanık oluyoruz.


Yine bu iki sözcüğü, deyim ya da atasözü içinde kalıplaşmış biçimde görüyoruz, örneğin “aşağı yukarı”, “gelinim aşağı, gelinim yukarı”, “ (birinden) aşağı kalır yeri olmamak”, “(Birine) yukarıdan bakmak.”


İçinde “aşağı” ya da ” yukarı” sözcükleri geçen ve sıkça duyulan ya da okunan bazı tümceler, dil konusunda duyarlı kişileri ikileme düşürmektedir: “Çıkmak” eylemiyle kullanılan “yukarı” sözcüğü, durum eki alacak mı almayacak mı? Bir başka deyişle “yukarı çıkmak” mı diyeceğiz yoksa “yukarıya çıkmak” mı?


“İnmek” eylemiyle kullanılan “aşağı” sözcüğü için de durum aynı. “Aşağı inmek” mi yoksa “aşağıya inmek” mi olacak?


“Apar topar, birkaç saatte yukarıdan aşağı taşındık” cümlesi mi doğrudur yoksa “apar topar, birkaç saatte yukarıdan aşağıya taşındık” cümlesi mi?


“Elini yukarı doğru kaldırdı” mı yoksa “elini yukarıya doğru kaldırdı” mı diyeceğiz?


Ben, yer zarfı olarak kullanılan “aşağı” ve “yukarı” sözcükleri hal eki almalıdır diye düşünüyorum. Ancak “yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal” örneğinde olduğu gibi, tarihin derinliklerinden günümüze ulaşan atasözlerimizde bu sözcükler nasıl kullanılmışlarsa o haliyle kullanılmaya elbette devam edilecektir.


Bir de bir cümlede “aşağı” ve “yukarı” sözcüklerini açıklayan bir başka yer zarfı kullanılmışsa, bu sözcükler durum eki almayabilir. Örneğin, “yukarı, çalışma odasına çıktı.”


Ama “Yağmur, akşama doğru hız kesti,” tümcesinde “doğru” ilgecinden dolayı, “akşam” sözcüğü “-e” durum eki almıştır. “Yukarı doğru” mu “yukarıya doğru” mu? Buna da kullanıcı karar verecektir.

ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ Sayı: 263 / Ocak 2010
***
KÜLTÜR VE DİL
Mustafa B.YALÇINER

Bir kültürde ne varsa, dilinde de o vardır. Bir başka deyişle dil, kültürün aynasıdır. Kültür devingen olduğu için dil de devingendir. Kültürde gözlenen değişiklikler, zaman içerisinde dilde de kendini duyumsatır. Bu nedenle bir toplumun dili iyi incelenirse, o kültürde yetişen insanların yaşam tarzı, üretim ve tüketim şekli, dünyaya bakışı, düşünce yapısı bir nebze anlaşılır.

Taşeli yöresinde kullanılan, “Kelete enik, sürüye kurt getirir”; “Sürü ters dönünce, topal keçi başa geçer”; “Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur”; “Teke gibi kokmak”; “Karnım tuluk gibi”; “Kurtlu keş”; “Ayranım ekşi diyen olmaz”; “ Lök gibi oturmak”; “Deve yürekli”; “Maya gibi”; “Deve kini”; “Deveyi havudu ile yutmak”; “O adamla arkadaşlık ya da alışveriş etmek, ısırganla kıç silmeye benzer”; “Bu adam, yaralı parmağa çöğdürmez”gibi atasözleri ve deyimlere bakıldığında, bu sözleri bağrından çıkaran insanların yaşamına egemen olan öğeler ile onların yaşam biçimleri hakkında bazı bilgilere ulaşılabilinir.

Taşeli yöresi, Yörük yurdudur. Yörükler, su ve ot peşinde koşan, yazın yaylaya çıkan, kışın sahile inen, hayvanları ile yaşayan konargöçerlerdi. O zamanki Taşeli insanı çadırda yaşar, ayakyolu olarak çalı diplerini seçer ve silinmek için de taş ya da ot kullanırdı. Dağda, ormanda yaşayan bu insanların en büyük sorunlarından biri de suydu. İçme suyunu, tuluklarla getir yine tuluklarda saklarlardı. Gelenek göreneklerine göre de sağaltma yöntemleri uygulamaktaydılar. Yeni kesilen ve kanamakta olan parmağa çöğdürür, diğer yaralarına püse ya da katran sürerdi.

Yörüklerden bazıları zaman içerisinde yerleşik düzene geçti. Kıl çadırı bırakıp yaşamlarını toprak damda sürdüren köylüler, Yörük kardeşlerini küçümsemeye başladılar: “Gün battı, Yörük yattı”; “Dağdan inmiş Yörük, ne erik bilir, ne koruk”; “Yörük ne bilir bayramı, lak lak içer ayranı” ; “Bahçene erik, kapına Yörük dıkma”; “Erikten maşa, Yörük’ten paşa olmaz”; “Kıllı Yörük”; “Ayranı sinekli” gibi bazı atasözleri ve deyimler bu olguyu çok güzel bir şekilde açıklamaktadır.

Yerleşik düzene geçip de ekip dikmeye başlayan köylülerin yeni deyim ve sözcüklere gereksinim duymaları doğaldır. “Dirgeni yiyen sıpa, bir daha gelir mi sapa”; “ Öğünen öküz tarlayı boklar”; “Dah, kara öküz dönüm başına” gibi atasözleri de toprağın işlenmeye başlandığını dönemlere denk düşmeli. Tarla sürerken karasabanın düzgün gitmediğini gören çiftçi, boyunduruk altındaki öküzlerden güçlü olandan yana bir kayış daha atmış. Böylece güçlü öküze daha fazla yük düşmüş. Yörede bugün hâlâ “Kayış atmak” deyimi mecazi olarak kullanılmaktadır.

Yöre kültüründe bir zamanlar akraba evliliği egemendi. Dışarıdan kız alınmamış, dışarıya da kız verilmemiş. Ata yurdu terk edilmemiş. Eğer bir delikanlı bir yabancıyla evlenmiş ve ata yurdundan uzaklaşmışsa, diğerlerine şöyle bir öğüt verilmiş: “Uzaktan alma düveyi, çeker gider boğayı.”Evlilik yaşındaki kızlar ya da evli kadınlar için, mal mülk ikinci plandadır. Önemli olan kocanın mertliği, dürüstlüğü ve çalışkanlığıdır. Bu da şu sözle özetlenmiştir: “Erim er olsun da, varsın yerim çalı dibi olsun.” Evlenen kızların boşanması hoş karşılanmamış. Kız evden çıkarken ona şöyle söylenmiş: “Bu evden beyaz gelinliğinle çıkıyorsun, buraya ancak kefeninle dönersin.”Bir dönem nasıl olduysa, akrabalar arasına nifak tohumu atılmış, birliktelik bozulmaya çalışılmış: İnsanlar kızgınlıkları en ağır sözlerle açığa vurmuşlardır: “Sen dostunu iyi seç, anan nasıl olsa düşmanını doğurur”; “Akrabanın akrabaya akrep etmez, ettiğini”; “Akraba ile ye iç ama alış veriş yapma.”

Zaman içerinde, kendi içlerinden çıkanlara değer verilmez, yabancılar tercih edilir olmuş ki “Evin tosunundan öküz olmaz” demişler.

Bu sözlerin büyük bir kısmı günümüzde ya unutuldu ya da kullanılmaz oldu. Bunda yaşam biçimi, kuşkusuz büyük etmen. O değiştikçe dilde ölen, geçmişte kalan, günlük kullanımdan kalkan, yeni gelip yerleşen sözcükler olacaktır.

Tıpkı yöremizde konargöçerliğin en son temsilcisi Sarıkeçililer’in yaşam biçiminde gözlenen değişiklikler gibi. Kimin aklına gelirdi Sarıkeçili diline “kapsam alanı”, “kontör” ya da “mesaj” gibi sözlerin gelip yerleşeceği.

Günümüz gençliğinin bilmediği ya da kullanmadığı ama Sarıkeçililerin hâlâ kullandığı, tarihin derinliklerinden süzülüp gelen bazı sözcük ve deyimler, bir iki kuşak sonra onların gençleri de kullanmaz olacak. Tuluk da neydi, diyecek belki de. Tıpkı bugün “savran”, “kavas”, “beserek”, “köşek”, “maya” sözcükleri için dendiği gibi.

Bakalım gerçekten kaç kişi anımsayacak bu Yörük sözcüklerinin anlamını?
ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ Sayı: 247 / Eylül 2008

ZEYTIN AĞAÇLARI VE O SARNIÇ
Mustafa B. YALÇINER

Güneşli bir ocak sonuydu. Üç gündür yağan yağmur, sonunda mola verdi. Yukarıda kara bulutlar dağılmış, gökyüzü masmavi. Denizin rengi ise henüz düzelmemiş. Bulanık. Üzerinde odun parçaları.

Severim böyle havalarda gezmeyi. Görmek isterim, doğanın insanoğluna yapmak istediği uyarıları.

Dolaşmaya çıktım, elimde fotoğraf makinesi. Arabanın sık geçmediği bir yolda yürüyor, yağmur sonrası kokuları ciğerime dolduruyordum. Doğa uykusundan uyanmış, badem ağaçları da çiçek açmaya başlamıştı, Toroslar'ın yamacında kurulu bu sahil kasabasında.

Yoldan çıkıp bir bahçeye saptım. Diğerlerinden kireç ve kum harcıyla sıvalı taş duvarlarla ayrılmış bahçede, onlarca zeytin ağacı. Hepsi de birbirinden heybetli. Tarihin derinliklerinden geldiği belli. Böğürtlen bürümüştü ilk sekiyi. Girişin solunda, bir incir ağacı; yılların ağırlığından yoksa düşen yıldırımdan mı belli değil, ikiye taklamış. Kolları yerde, yaşama tutunmaya çalışıyor. Aşağıda yıkıma terk edilmiş bir Rum evi. Karşıda ise Kelenderis Kalesi. İskelede balıkçı tekneleri ve bir yat bağlı. Açıkta birbirini izleyen, öndeki büyük, arkadaki küçük iki ada. Ta uzaklarda Tuzburnu. Onun sağında da namaza durmuş bir adamın şapkasını andıran Yılanlıada. Ufukta Kıbrıs'ın dağları.

Zeytin ağaçlarından birinin dibindeyim, fotoğraf çekmek için. Bir güvercin gelip kondu dalına.
Zeytin ve güvercin alıp götürdü beni, sembolünde dünyayı kucaklayan zeytin dalları bulunan, Birleşmiş Milletler Örgütü'ne; Asya'nın, Afrika'nın, Ortadoğu'nun barut koktuğu şu günlerde.

Bahçenin bazı yerlerinde su birikmiş. Nuh mu göndermişti acaba bu güvercini, suların çekilip çekilmediğini anlamak için. Tufan sırasında ortalık hâlâ sular altında olduğundan, kuş geri döner.
Bir süre sonra, Nuh yeniden yollar güvercini. O da bu kez ağzında taze bir zeytin dalıyla döner. Tanrının öfkesi dinmiş, sular çekilmiştir artık. Gagasında zeytin dalı tutan güvercin, o günden bu güne, kurtuluşun, ümidin ve barışın simgesi olur.

Fotoğraf makinem elimde, ama basamıyorum deklanşöre. Gözümün önüne geliyor, Fransa'da, Alplerin eteğinde, Monako yakınlarında kurulmuş Roquebrune-Cap-Martin kentindeki hâlâ dimdik ayakta duran, gövdesi 20 kulaç, yaşı 2000'in üzerinde, Nuh Tufanı'nın yok edici gücüne karşı direnen zeytin ağacı.

Daldım bir kere derinlere. Kurtaramıyorum kendimi. Penelope, geliyor usuma. Truva Savaşına katılan kocası Odysseus'un uzun süren yokluğunda, kendisine kur yapan, onlarca yakışıklı ve zenginle asla paylaşmamıştır zeytin ağacından yapılmış karyolasındaki yatağını. İşte bu nedenle sadakat simgesi sayılmış zeytin ağacı. Şimdi düşünüyorum, insanoğlu tarafından hakkında birçok söylence yaratılan zeytin ağacından başka ağaç var mı diye.

Kaç yıllıktı bu bahçedeki ağaçlar, kim diktirmişti? Eğer Berber Petros diktirdiyse, en az yüz yıllık olmalıydı. Anlatılanlardan belleğimde kalanlar beni yanıltmıyorsa, Petros'nun kızının adı da Athina'ydı. Barış ve bilgelik tanrıçası Athena'nın adını vermişti babası. Haydi, bakalım; şimdi Yunan mitolojisine doğru kanat çırpıyorum. Gökyüzünün hâkimi, tanrıların babası Zeus, insanlığa büyük hizmeti sunacak tanrı ya da tanrıçanın, yeni kurulan kentin koruyucusu olacağını duyurur.

Bunun üzerine deniz tanrısı Poseidon, Athena ile yarışa girer. Poseidon, üç dişli çatalını kayaya saplar ve bir at çıkarır oradan. Bu at, insanları uzaklara götürecek, malzeme taşıyacak ve onlara savaş kazandıracaktır. Athena ise mızrağını yere saplar ve onu bir zeytin ağacına dönüştürür.

Halkoylaması yapılır. Erkekler Poseidon'u, zeytin ağacını bolluk simgesi olarak kabul eden kadınlar ise Athena'yı tutar. Bir oyla fazlasıyla Athena, kentin hükümdarı olur. Tanrıçanın onuruna şehre de Atina adı verilir. Belki de Petros bu mitin etkisinde kalıp zeytin ağaçlarını diktirmiş ve kızına da Athina demiştir, kim bilir.

Hışımla gelip önümdeki ağaca tırmanan bir kedi, çekip çıkardı beni düşüncelerimin burgacından. Bakındım, arkamda kara bir köpek ayağını kaldırmış bir badem ağacına siğiyordu. Onları bırakıp işime döndüm. Yaşlı bir zeytin ağacını fotoğrafladım. Ardından da kontrolünü yaptım. Fotoğraf harikaydı ama ağacın dibinde boş bir şarap şişesi vardı. Sildim fotoğrafı. Şişeyi aldım, duvarın önüne götürüp diğerinin yanına bıraktım. Ölümsüzleştirdim yeniden, ölümsüzlüğün simgesi zeytin ağacını.

Güç ve kudret sembolü ağaçları geride bırakarak, indim ikinci sekiye. Sol tarafta birkaç yaşlı zeytin ağacı daha. Sağda ise kocaman yaşlı bir incir. Vardım üçüncü sekiye. Yan yana iki adamotu vardı burada. Yüzeyi pütürlü, sert, geniş, uzun, ucu sivri, kenarları kesik ve oval yaprakları, toprak hizasında yan yana dizilip bir daire oluşturmuşlardı. Biri mor, diğeri ise beyaza çalan beş yapraklı bolca çiçek açmıştı. Adasoğanları ise salıvermişlerdi iri yeşil kulaklarını. Az daha yürüdüm, yıkık evin yanına vardım. Bir karayılan akıp gitti taşların arasından, kayboldu duvarın deliğinde.

Köşede iki tavuk, kurumaya yüz tutmuş insan dışkısını didikliyordu.

Ocak ve bacası yıkılmıştı Rum evinin. Deveci Ali ile Rum kızının aşklarına tanık olan o sarnıç hemen yanı başındaydı. Rum babanın kızını sakladığı sarnıç. Genç kızınsa, "Hayır, inmek istemiyorum... Karanlığa gömülüyorum... Korkuyorum... Geri çekin beni... Egoist canavarlar! Sizden farklı düşünenlere saygılı olun. Atmayın onları karanlık deliklere. Siz beni değil, kendinizi korumaya çalışıyorsunuz. Önce insana saygılı olun. Çıkarın beni. Seviyorum işte Ali'yi. Kaçacağım yarın ona," diye haykırdığı sarnıç.

Yörük oğlunun,"Merhaba, Ağam. Hoş geldin" dediğini duyar gibi oldum. Ve bir kez daha düşledim Rumların Gilindire'den göçünü, sallanan mendilleri, uzaklaşan yelkenlileri. Yüreğimi sızlattı bu ayrılık, dağılan mozaik.

Bir "Pırrr" sesi duyunca baktım, bir güvercin uçup gidiyordu ama gagasında zeytin dalı yoktu...

İçel Sanat Kulübü Dergisi - 160 NİSAN 2008

GÜN OLDU, DEVRAN DÖNDÜ


Toroslar’ın eteğinde, Gülnar’a bağlı, toprak damlı genellikle tek katlı taş evlerin bulunduğu küçük bir sahil kasabasıydı, doğduğum ve çocukluk yıllarımı geçirdiğim Gilindire. Halkı yöredeki diğer insanlar gibi tarım ve hayvancılıkla geçinirdi. Balıkçılık ya da ticaretle uğraşanlarsa bir elin parmakları kadardı. Gilindireliler de yoksuldu, civardaki köylüler de. Ama yokluk içinde olduklarını hiç de belli etmezlerdi. Yokken bile var derlerdi. Onurluydular; istemeyi ve muhtaç duruma düşmeyi hiç sevmezlerdi. Yok demenin ayıp ve küçültücü sayıldığı o yıllarda insanlık vardı, hatır gönül vardı, dostluk vardı, konukseverlik vardı. Beklentiyse hiç yoktu, ‘almak için vermek gerekir’ diye bir düşüncenin esamisi okunmazdı.
1950 sonlarında tek katlı, iki gözlü, odaları birbirlerinden musandıralarla ayrılmış, tavanında pardı ve mertekler olan, zemin ve duvarları çamurla sıvalı, toprak damlı bir taş evde otururduk. İki kanatlı bir cümle kapısından girilirdi içerisine. Bu küçük aralığa açılırdı iki odanın kapısı da.
Batıdaki odadaydı ocaklığımız. Yemek bu odada pişirilir, burada yenilirdi. Uyku zamanı gelince de yerlere yataklar serilir, gaz lambası kısılır ve tüm hane halkı kıvrılıp yatardı.
Doğudaki oda daha farklıydı; her şeyden önce tabanı tahta döşeliydi. Diğerinden de biraz yüksekteydi. Karşılıklı iki sedirde seriliydi döşekler. Kışları bu odaya soba kurulur ve ancak yatılı misafir geldiği zaman yakılırdı. Ne de olsa adı, misafir odasıydı. Kar gibi beyaz bez, ucu belikli perdeler asılıydı pencerelerinde.
Evimizin önünde iki gözlü bir de toprak dam vardı; odalarından biri ahır, diğeriyse samanlıktı. Çok değildi hayvanımız, topu topu birkaç sığır bir de eşek ama ağzına kadar doldurulurdu samanlık.
Denize dayanırdı bir buçuk iki dönümlük tarlamız. Evin önünde birkaç nar, limon ve portakal ağacımız vardı ama ben onlardan çok deniz kenarındaki iki koca hurmayı severdim. Tepesine bin bir güçlükle çıkar, dikenli dallar arasından geçerek hurma toplardım. Bazen üstüm başım kan içinde inerdim ağaçtan. Hurmaları okulda satıp sonra da çarşıdan alacağım yarım fırın ekmeği ile içindeki helvayı düşündükçe sağıma soluma saplanan dikenlerinin verdiği acıyı çoktan unuturdum.
Deniz kenarında bir de kuyumuz vardı. Hemen yakınına kurardı anam kazanı. Çamaşırlarımızı orada yıkar, bizi de orada çimdirirdi küllü suyla. Evde kullanacağımız suyu da bu kuyudan götürürdük. Özellikle de perşembeleri bakır helkeler, ibrikler ağzına kadar doldurulurdu.
Annem, perşembeleri çok yorulurdu. Kalaylı koca tencerelerde iki üç çeşit yemek pişirir, hamur yoğurur, yufka ekmek atar ve bir tepsi de kıvırdım tatlısı yapardı. Akşama şenlik var, midemiz bayram edecek derdik. Ama akşam olunca, o kadar yemeğin arasında, önümüze kona kona ya bulamaç ya da un çorbası konurdu. O çeşit çeşit yemek, misafirler için yapılmıştı. Bizler onlardan arta kalanı yerdik; elbette o da artarsa.
Cumaları kuşluğa doğru sarardı bizi bir telaş. Evimizin önüne gelince, “Çuş” diyen inerdi bineğinden. Heybesini alırdı hayvanın üzerinden ve uzatırdı bizlerden birine. Konuklarımız kesinlikle eli boş gelmezdi. Hediyenin ne cinsi önemliydi ne de miktarı. Önemli olan getirmekti. Biz çocuklar da getirdiklerini merak ederdik. Cingilde yoğurt ya da ayran, testide yağ, küçük oğlak derisinde de peynir geldiğini anlardık ama torba ya da çıkı içindekileri bilemezdik. Eşeği hemen ahıra götürüp bağlar, boynuna da arpalı samanlı torbayı geçirirdik. Oysa at hemen bağlanmazdı, dolaştırılması gerekirdi bir süre tarlada, terinin soğuması için.
Namazdan çok önce gelirdi, gelecek olan. Belli bir saatten sonra da artık kimse gelmezdi. Biz de merakla koşardık heybelerin başına. Anamın “Çekilin oradan” sözleri yankılanırdı evin içerisinde.
Yemek zamanı yaklaşınca gelenlerin sayısına göre misafir odasına bir ya da iki sofra serilirdi. Kocaman, ağzı kapaklı iki tencerede sulanmış yufka konurdu önce. Sahanlar dizilirdi, yanlarında da boyalı tahta kaşıklar. Misafirler gelince çökerlerdi sofraya. Annem girmezdi misafirlerin yanına. Bakır bir sinide getirirdi tencereleri kapıya değin. Ya babam ya da ağabeylerimden biri doldurdu tabakları ve verirdi konuklara. Küçükler ayakta, kimimiz içeride kimimiz dışarıdaydık; içerideki elinde içi su dolu kalaylı tasla, dışarıdaki bir elinde ibrik, diğerinde sabun, omzunda da peşkirle beklerdik.
Son misafir de gidince, koşardık içeriye. Otururduk sofraya. Ortada irice bir tas ya da sahan, elimizde kaşık, arkamızdan bir kovalayan varmışçasına saldırırdık. Yemeğin sonuna doğru biri tükürüverirdi kabın içerisine. Diğerleri kaşıkları havada şaşkın şaşkın bakarken, tüküren çala kaşık doyururdu karnını. Bunun üzerine annem de yemeğin yenisini koyardı önümüze. Ardından da kıvırdım tatlısı.
Yemekten sonra hemen fırlamazdık dışarıya. Beklerdik annemin sofrayı toplamasını. O da anlardı ve misafirlerin getirdiği kavurga, üzüm ya da meyvelerden verirdi. Büyük bir coşkuyla koşardık arkadaşlarımızın yanına. Badem, ceviz, üzüm ya da kavurga ne varsa cebimizde paylaşırdık onlarla. Haz duyardık vermekten. Arkadaşlarımızdan bazıları, “Keşke yarın da cuma olsa” derdi de gülüşürdük.
Ne güzeldi o yıllar! O yılların insanları da farklıydı. İçtendi davranışları, sahte değildi gülüşleri. Yoktu art niyetleri. Gönül dostuydu, kara gün dostuydu onlar. Gölgeye benzemezlerdi, ortalık kararmaya başlayınca kaybolacak.
O insanlar yeşil kart, kömür torbası ve erzak dağıtılan günlerde yaşamadılar. Hep verdiler devlete; imeceye girdiler, vergi ödediler. Yoksullardı ama yine de devlete el açmadılar. En yoksulları bile çalmadı devlet kapısını. Alın terinden beklediler ne istedilerse. Erken yaşlanıp erken öldüler ama insanlığı yaşattılar. Ürettiler, dağıttılar ve paylaştılar. Ağa dediler birbirlerine. Ağırladılar, ağırlandılar onurlarıyla.
O günlerin insanı, veren elin alan elden daha üstün olduğunu çok iyi bilirdi. “Vallahi bende de yok” demez, boşuna yemin etmezdi. Camiye yüz metre kalarak sıvamazdı kollarını ve de oraya inandığı için giderdi, birilerinin safında görünmek için değil. Tertemizdi yürekleri. Onlardı insanlığı, dostluğu, dayanışmayı, sevgi ve saygıyı yaşatan, destanlaştıran. Onlardı özü de sözü de bir olan.
Ben de bu insanların yaşadığı yerde ve zamanda doğmuş olmaktan, onları tanımaktan hep gurur duydum. Ama gün oldu, devran döndü. O insanlar teker teker çekip gitti. Gelenler de onların yerini tutamadı. Tüm yurtta olduğu gibi orada da almaya gelince koşan, vermeye gelince kaçan bir kuşak türedi. Ver elini diyene uzatılmaz oldu eller ama al elimi diyene çoğaldı sarılanlar…


http://blog.milliyet.com.tr/Blogger.aspx?UyeNo=879364



BİR NÜKTE USTASI: ŞÜRKÜ KURGAN


Tane tane konuşan, hazırcevap, nüktedan, ağzından bal akan, her çeşit fıkrayı çok güzel anlatan ve insanları sıkmadan kendisini dinletmesini bilen birisiydi, eski kültür ataşelerimizden eğitimci ve Nasreddin Hoca uzmanı Şükrü Kurgan. Yıllarca Gazi Eğitim, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültelerinde görev yaptıktan sonra emekliye ayrılmıştı. Ankara’da yalnız yaşıyor ve ilerlemiş yaşına karşın, gereksinimlerini tek başına kendisi karşılıyordu. Elinde bastonu, kolunda küçük kulplu bir sepet, ağır adımlarla ilerlerken görülürdü Bahçelievler sokaklarında.
Şükrü Hoca ile sık karşılaşırdık; bazen yolda, bazen bir toplantıda. Ayaküstü çok sohbetlerimiz oldu. Hemen bir anı ya da fıkra sıkıştırırdı konuşmasının arasına. Bir gün, Gazi Eğitim’de çalışırken başından geçen bir olayı anlatmıştı:
—İki kapılı bir Volkswagen’im vardı. Gazi’ye onunla gidip gelirdim. Ders çıkışı bazen öğrencilerim de binerdi Beşevler’e kadar. Bir gün bindim arabama, çalıştırdım onu; tam hareket edecektim ki öğrencilerimden birinin yanımdan geçmekte olduğunu gördüm. Seslendim ona:
—Haydi, gel. Beşevler’e kadar götüreyim.
—Teşekkür ederim, Hocam. Benim işim acele…
Şükrü Hoca’yı bir akşam eve yemeğe davet ettim. Kırmayıp kabul etti. Akşamüzeri almaya gittim. Giyinip kuşanmış, bekliyordu. Çıkarken, çiçek sepetini alıp bana verdi ve kapısını kilitledi. Bir eliyle bana tutunarak arabaya kadar geldi. Havadan sudan konuşarak evin önüne vardık. Arabayı park ettikten sonra inmesine yardım ettim. Koluma girdi. Eve geldik. Kapıyı eşim açtı. İyi akşamlar diledikten sonra, Hoca ona şöyle dedi:
—Şimdiki usul ayakkabıyla girmek ama bana terlik verirseniz, kendisine kağıtlı şeker ikram edilmiş, küçük bir çocuk gibi sevinirim.
Elimden çiçek sepetini aldı ve eşime sundu. Sevecenliği, beyefendiliği ve babacanlığı ile, Şükrü Hoca ısıtıvermişti küçücük yuvamızı.
Yemek sırasında, edebiyattan, eğitimden ve güncel konulardan söz ettik. Salona geçtiğimiz zaman, eşim kahvelerimizi getirdi. Şükrü Hoca, evimizde puro olup olmadığını sordu. Olmadığını da öğrenince, “ Size bir fıkra anlatayım, o zaman” diyerek konuşmaya başladı:
—Adamın biri, bir eve davet edilmiş. Yemişler, içmişler. Ev sahibi misafirine puro ikram etmiş. Ama konuğun verdiği cevap karşısında da şaşırıp kalmış: “Teşekkür ederim. Ben puroyu ancak nefis bir yemekten sonra içerim.”
Aradan birkaç hafta geçti. Bir akşam, yemekten sonra gazetemi alıp odama çekildim. Cumhuriyet Gazetesi’nde Mustafa Ekmekçi, 12 Eylül 1980 sonrası Türk Dil Kurumu’nun yeniden yapılanması ve Prof. Dr. Hasan Eren’in başkanlığa getirilmesinden söz ediyordu. Makalesinde bir de anıya yer vermişti: Prof. Dr. Hasan Eren, Prof. Dr. Doğan Aksan ve Şükrü Kurgan’ın Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili Bölümü’nde görevli olduğu yıllarda sınav döneminde bir kız öğrenci, Şükrü Hoca’nın fakültedeki odasına gelir:
—Hocam, beni kız arkadaşlarım yolladı. Size sormamı istedikleri bir konu var.
—Buyur, yavrum. Seni dinliyorum.
—Doğan Hoca’nın sınavına midi etekle girersek, iyi not alıyoruz. Hasan Hoca ise mini eteklilere daha cömert davranıyor. Sizin sınavda nasıl giyineceğimizi bilemiyoruz. İşte bunun cevabını almam için gönderdi beni arkadaşlar.
—Yavrucuğum, ben giyime kuşama pek önem veren birisi değilim. Nasıl giyinirlerse giyinsinler, giyinmeseler daha da iyi olur.
Gazeteyi kapatıp Hoca’ya telefon ettim.
—Hocam, ben Mustafa. Cumhuriyet’teki yazıyı okudunuz mu?
— Ay, Mustafacığım, beni ihya ettin. Eski günlerimi anımsattın bana. Eline, diline, kalemine sağlık.
Şükrü Hoca, çok sevinçliydi. Bir şeyler söylememe fırsat vermiyor, sözcükleri peş peşe sıralıyordu. Bense suskun, onu dinliyordum. O denli mutluydu ki “Bakın Hocam, ben Ekmekçi değilim” diyemedim. Deseydim, mutluluğu belki de bir kuş olup uçup gidecekti. Lafı yuvarlayıp durdum ve bir bahanesini bulup konuşmayı kestim.
Bu telefon görüşmesi huzurumu kaçırmıştı. Duramadım evimde. Bindim arabama, Hoca’yı ziyarete gitmek için. Yolda bir kuruyemişçinin önünde durdum. Bir şişe kırmızı şarap ile biraz çerez aldım. Yolda ne diyeceğimi düşünüyor, planlar kuruyordum. Hoca’nın evinin önüne varınca arabayı park edip Hoca’nın kapısının önünde bir süre bekledim. Heyecandan kalbim yerinden fırlayacaktı adeta. Zile bastım.
— Gel, Mustafacığım, gel. Bugün çok mutluyum. Cumhuriyet’te beni eski günlerime götüren bir yazı çıktı. Az önce de Ekmekçi aradı. Uçacak gibiyim sevincimden. Vay, vay! Kırmızı şaraba da bayılırım. Bak bu iyi işte. Dur, şuradan iki bardak alıp geleyim de birer tek atalım.
— Hocam, şey… Hocam.
— Sen salona geç, geliyorum.
Söze nereden başlayacağımı bir türlü bilemiyordum. Keşke telefonda kendimi daha iyi tanıtsaydım! Bir çuval inciri berbat etmiştim. Şükrü Hoca, şişeyi açıp bardaklarla birlikte bir tepsiye koymuş, salon kapısında göründü. Hemen yerimden fırlayıp aldım tepsiyi elinden.
— Hocam, az önce konuştuğunuz kişi, Ekmekçi değil, bendim.
— Hiç önemli değil. Önemli olan, bu saatte yalnızlığımı şarapta boğmama yardımcı olacak ve mutluluğumu paylaşacak bir Mustafa’nın olması. İster Ekmekçi ister Yalçıner! Ne fark eder?
Emekli olunca ayrılmıştım Ankara’dan ve oraya artık pek sık gitmiyordum. Bir gün duydum ki Şükrü Hoca’nın evinden alışılmadık bir koku gelmeye başlamış. Tam da Yunus’un dediği türden:
“Bir garip ölmüş diyeler
Üç gün sonra duyalar…”


http://blog.milliyet.com.tr/Blogger.aspx?UyeNo=879364