KELENDERİS'TEN AYDINCIK'A

KELENDERİS'TEN AYDINCIK'A

21 Eylül 2010 Salı

MUSTAFA B.YALÇINER


Edebi yazı ve yapıtlarında Mustafa B.Yalçıner adını kullanan Mustafa Yalçıner, 1948 yılında Mersin’in Gülnar ilçesine bağlı Gilindire bucağında doğdu. 1970’te İstanbul Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümü'nden mezun oldu. 1973-1974 ders yılında, Fransa’da (Montpellier, Paul Valery Üniversitesi) dilbilim çalışması yaptı.

1974 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’ne atandı. Hacettepe Üniversitesi’nde lisans, Ankara Üniversitesi’nde Fransız Dili ve Edebiyatı üzerine yüksek lisans yaptı. 1985’de de Paris Sorbonne Üniversitesi’nden DEA (doktora yeterlilik) aldı.

Mustafa Yalçıner'in Türk yazarlarından derleyip Fransızcaya çevirdiği öyküler, “Le Samovar “ ve “Deux Pieces d'Or” adlarıyla yayımlandı.

1996 yılında emekliye ayrılarak Mersin-Aydıncık'a yerleşti. İlçesini her yönüyle tanıtan “Aydıncık, Günaydın Kelenderis” adlı kitabı yazdı.

Yalçıner’in ilk öykü kitabı “Toroslar'da Yaşam Erken Başlar” Mart 2008’de, ikinci öykü kitabı Sümbül Gölü Eylül 2009’da yine Etik yayınları tarafından basıldı.

Makale ve öyküleri, Cumhuriyet Kitap, Ekin Sanat, Çağdaş Türk Dili, Öğretmen Dünyası, Afrodisias ve İçel Sanat Kulübü gibi dergilerde yayımlanan Mustafa B. Yalçıner, aynı zamanda Taşeli Yöresi Kültür ve Düşün Dergisi Gerçemek'in sahibi ve genel yayın yönetmenidir.


HAKKINDA YAZILANLAR

1-TOROSLAR'DA YAŞAM ERKEN BAŞLAR
Mehmet BABACAN


"Toroslar'da Yaşam Erken Başlar", bu tümce Karacaoğlan'dan bir dize değil. Hatta bir şiir kitabının adı da değil. Öykü düzenlemesi içinde, şiirle öykünün harmanlandığı bir kitabın; Mustafa B.Yalçıner'in öykü kitabının adı.

Belki de Yalçıner'in gözlem, betimleme, dil ve anlatım gücüyle Vecihi Timuroğlu'nun döktürdüğü değerlendirmelerin buluştuğu kitap.

Timuroğlu, yazdığı uzun ve emek yüklü önsözde, 34 kısa öyküyü, kılı kırk yararcasına incelemiş, irdelemiş ve alkış tutan sonuçlara varmış. Bu yargıyı çok önemsiyorum ben. Çünkü Timuroğlu Hoca'nın titizliğini ve zor beğenirliliğini iyi bilirim.

"Beni korkutan şey, dış dinamiklerin basitliği oldu" diyor Timuroğlu önsözünde. Benim farklı düşündüğüm tek nokta da burada. Gerçi, benim değerlendirmem, ne bir önsöz, ne de bir eleştiri... Ama bir görüşüm var elbet. "Cahil cesur olur" demişler ya, belki ondandır, "yerellik", "yöresellik" konusuna, daha korkusuzca yaklaşıyorum ben. Yerelliği "tu kaka" edenlere, "yerellikten yola çıkarak, evrenselliğe nasıl varılabildiğini görün" diyecek kadar, cesur davranıyorum. Belki de, cesaretimin özünde, Yalçıner'in yerellikle yetinmeyeceğine; yöreselliği bir basamak olarak kullanma akılcılığını göstereceğine olan inancım yatıyor.

Kitap, albenisi yüksek bir tasarım ve sadelik içinde. Kapak resmi, tarihi bir kalıntının, mitolojik kapı bölümü. Geçmiş zamanların geleceğe baktığı kapı aralığı... Ya da geçmişten geleceğe atılmış kancanın son tanığı. Çok şey söylüyor duyabilenlere...

Aydıncıklı (Gilindire) bir adam, elini siper edip kaşlarının üstünde, uzun uzun bakıyor Toroslar’ın yamaçlarına. O yamaçlar ki, kimi zaman Akdeniz'le cilveleşir; kimi zaman acı poyrazın elinde, hırçın bir çehreye dönüşür. Yalçıner'in gözünden kaçmaz hiçbiri. Öykülerin tümünde, dağından denizine, poyrazından meltemine kadar, Toroslar’ın her zerresi, öpülürcesine dillendirilirken, bir vefa borcu ödeniyor gibi gelir bana... Hak bilirlik ne büyük zenginlik...

Toroslar’da yaşam ilmek ilmek işlenmiş öykülerde, toprağıyla, taşıyla; kurduyla kuşuyla...

Nasıl anlatmalı o sadeliği, o şiirselliği... Hiçbir özentiye düşmeden, öztürkçenin, bir yayla pınarında su gibi, şırıl şırıl akışını... Betimlemelerdeki netlik, duruluk; yargılardaki özdeğer saygısını; yer yer çarpıcı ironi, alıp götürüyor insanı ayrı dünyalara; "İşte bu" dedirtiyor; "Böyle söylenebilir ancak" dedirtiyor. Ama gene de dile getirilemeyen bir şey var: Her öykünün sonunda, gözler dalıp gittiğinde uzaklara, insanı saran hazzı anlatabilecek tümceleri nasıl kurmalı; doymamışlığı ne yapmalı?

Telefonda, öykülerde dile getirilen yerleri kastederek, "Ben de oralardaydım, görmedin mi" dedim. Şaşırdı. "Bana niye görünmedin" diye siteme başlayacaktı ki "Öykülerde gezdim" dedim ve yüreği yerleşti.

Evet, öyküleri okurken, konu edilen yerlerin tümünü gezdim. İnsanlarla dilleştim, selamlaştım... Yaban otlarını, ağaçları, taşları, yüreğim kabararak düşledim... Cümle hayvanlar el salladılar bana. Kitabı alıp göğsünün üstüne bastırası geliyor insanın; yolu gözlenen bir sevgili gibi. İstanbul-Etik Yayınları'ndan çıkmış 175 sayfalık o sevgili. Kitapçılarda salınıp duruyor...

İçel Sanat Kulübü - 161 MAYIS 2008


2-TOROSLAR'DA YAŞAM ERKEN BAŞLAR
F.Saadet BİLİR

Mustafa B. Yalçıner, 1997 yılında Gazi Üniversitesi’nden emekli olduktan sonra ata yurdu Gilindire’ye (Aydıncık) yerleşti. 2004’te yayımlanan Aydıncık- Günaydın Kelenderis adlı yapıtıyla, ilçeye ayrı bir kimlik kazandırdı. Yazar, fotoğraf makinesi elinde, dere tepe aşıp bitkilerine ayrı bir öncelik ve önem vererek yörenin kültürel dokusunu da belgeleyen, karınca gibi çalışkan bir Yörük bilgesi. Yalçıner’in Mart 2008’de yayımlanan Toroslarda Yaşam Erken Başlar adlı öykü kitabı, Gilindire’yi de kapsayan Torosların, geçmişten günümüze sözlü tarihini, kültür yapısını, insan ilişkilerini ve yaşam döngüsünü açık bir dille, akıcı bir anlatımla sunuyor okura.

Gözlemlerine, duyduklarını ve öğrendiklerini ekleyerek zaman zaman mitolojik betimlemelerle bezediği kitapta neredeyse Aydıncık’ın 80 yıllık geçmişini öykü diliyle anlatıyor Yalçıner. Böylece 34 kısa öykü ile yöreyi ve onun yaşam coşkulu insanlarını gözümüzde daha iyi canlandırabiliyor, yerel bitki ve hayvan adlarını öğreniyor, Türk- Rum karışımı çok kimlikli yöre insanlarının yerel sözcüklerle konuşmalarına da tanık oluyoruz. Yazar Aydıncık’a geçmişten günümüze verilen adları kullanarak yöreyle ilintili tarihsel bilgiler de veriyor.

Öyküler arasında gezinirken çevremizdeki abdestbozanotu, adamotu (atalması), atkuyruğu, azgan, borcak, böğürtlen, çavşır, çiriş, devedikeni, emzik çiçeği, eşekdikeni, frenkinciri, gebere, gerdeme, göleviz, harnup, hayıt, kapari, kargı, kayakoruğu, keçiboynuzu, kenger, kokarot, melengiç, murt, ökseotu, pırnal, sarmaşık, sığırkuyruğu, sütleğen, tespih çalısı, yarpuz, yılanyastığı, zakkum ile Toros bitkilerini tanıyor, yolculuğumuz sırasında kenger kökünü(soğalak) yiyor, kozalak ve meşe palamudu topluyoruz; bitkilerin yörede günlük yaşamdaki işlevini de görüyoruz.

Denizde, kıyıda, dağlarda, yaylalardaki yolculuğumuz sırasında Gilindire çevresindeki hayvanları da tanıyoruz öykülerden. Sincap, kaplumbağa ve martılarla arkadaş oluyor, ağustosböceğine, cırcırböceği dendiğini duyuyoruz. Sandalla balık avına çıkıyor; dümenin yekesini tutmayı, üçerleme ile başa çıkmayı öğreniyoruz; orfoz, kaya lagosu, karagöz, sokar avlıyoruz.

Yalçıner’in öykülerinde eşeğe heybeyi atıp testiyle su taşıyan; sığır güderken arkadaşlarıyla çivi, kapma taş, attırık gibi oyunların yanında, söğüt dalını tay yaparak ucuna sarmaşık dalı bağlayıp atçılık oynayan; yalınayak başıkabak koşturan; acıkınca yufkasının içine tereyağında kavrulmuş ekmek sarılı azığını, yanal elmasını yiyen; ala şeker, taktak helva özlemi duyan çocuklarla tanışıyoruz.

Döven süren köylülerle konuşurken ağaç tekne, tuluk ya da sukabağındaki su ile susuzluğumuzu gideriyoruz. Ekmek atan kadınların konukseverliğinde süs biberi ve gebereli kayakoruğu turşusu yiyor; cevizli akideyi sıcak bazlamaya sürüyor, kaynayan pekmez tavasından çıkarılan ayvanın tadına bakıyoruz. Pırnal odunu ile ısınan sobalı odada konaklıyor; kenger kahvesi yudumlayıp çubuk tüttürmenin zevkine varıyoruz. İri güllü yorganlarda, iki kenarı işlemeli yastıklarda yatarken geceleyin gökyüzünde yıldızları sayıyoruz. “Omzunda bir sopa ve iki ucunda asılı, su dolu birer teneke”(56) ile su taşıyan “güzel kızları gördüğü zaman, bakınıp horozlu ayna ile saçlarını tarayan”(60) yeni yetme delikanlıları izliyoruz.

Ateşi ölçermek, balasır, çöğdürmek, gelberi, iteği, kevki, kolan, malama, musandıra, nakışlı terki heybesi, tetir, oturumuna gelmek, seklem gibi yörede yaşlıların bile artık kullanmadığı öz Türkçe sözcüklerle buluşuyoruz.
Bu yazıda kitaptaki öyküleri, hem olay örgüsü, mekân ve kişi; hem de öykü adları ve olay örgüsündeki zaman düzlemi yönünden kısaca değerlendirmek istiyorum.

Olay Örgüsüne Göre Öyküler

Yalçıner, Yalnızlığın Ayak Sesleri, Yayla Yolunda, Yüreğin Sesi, Durmuş Ateş, Kuş Gribi öykülerinde ülke genelindeki toplum sorunları, değer yargılarındaki değişim, büyük kentlerdeki yalnızlaşma, kalabalıktaki tekillik konularını işlerken diğer öykülerinde Gilindire ve çevresindeki olay ve olgulardan yola çıkarak çarpıcı kesitler sunuyor okura.

Yazar, Sarnıç ve Hıristo Hasan öykülerinde, Gilindire’de mübadele öncesinde iç içe yaşayan Türk ve Rum halkının değişen koşullar karşısındaki sorunlarına değiniyor. Yalçıner, Sarnıç’ta o dönemin çok kültürlü ve kimlikli yapısını, “Ezan ve çan seslerinin birbirine karıştığı Gilindire’de, dünyaya kapalı, tarım ve hayvancılıkla uğraşan, hayvansal ürünler ile tabiatın sunduğu keçiboynuzu, meşe palamudu gibi orman ürünlerini toplayıp satan, çoğunluğu göçer Türkler ile uluslararası bağlantıları olan, ekonomik yönden daha güçlü ev, tarla sahibi, ticaret ve zanaat yaşamını elinde tutan Rumlar beraber yaşıyordu bu güne değin” (22) şeklinde anlatıyor.

Yazar, mübadele sırasındaki gerginliğin, ‘başka, öteki’ olma sorunlarının gençlerin duygularını değiştiremediğini yine Sarnıç’ta Ahina’nın ağzından dile getiriyor: “Canı cehenneme, dininizin de geleneğinizin de. Seviyorum Ali’yi anladınız mı? Başka dinlerde, başka geleneklerde de insan yaşamdan tat alabilir. Bunu ne zaman anlayacaksınız?” (20)

Babası gibi kendisi de Gilindire’den gitmek istemeyen Anestos’un “Koparılacağız toprağımızdan, kolay mı yeni yerlere kök salmak? Kuruyup gideceğiz” (24), yakınmasını Hıristo Hasan’da okuyor; ‘ilk meltemle yelken açacak, iki serenli gemi’ ile Gilindire’den ayrılmak zorunda olan Rumların, evlerine dönme umuduyla eşyalarını Türk komşularına bıraktığını; Müslüman’ın, Hıristiyan’ın birbirine sarıldığını görüyoruz.

Üçüncü öykü Eğşibey’de, yörede yaygın olan dinamitle balık avlama ve mezar kazıcıların, antik çağların izini sürmesi konu edilirken bilinçsizliğin insanları sakat bıraktığı, onların yaşamını altüst ettiği, hatta ölüme yol açtığı çarpıcı bir anlatımla veriliyor. Bir Kış Gecesi’nde, babasına ‘Vallahi billahi okuyacağım’ diye söz verme karşılığında babası ile annesinin koynunda sevgi sıcaklığı ile uyuma izni alan, rüyasında abisiyle ‘çöğdürük’ yarışı yapan çocuğun, yatağa işemesine tanık oluyoruz. Batıl inançların özellikle çocukları nasıl etkilediği, çocuk duygularıyla aktarılıyor Bedelen’de. Odun’da, kırsal yöredeki yaşamın zorlukları ve çocukların oyuna dönüşen kavgası; Binmesine Oynayacağız’da doğanın kucağındaki kırsal bölge çocuklarının yaşamı paylaşması, cinsel dürtüleri; Muhtar Alibaz Onbaşı’da hoşgörülü muhtarın, hakkını arayan öfkeli köylüye ve yeni yetme oğluna verdiği ders; Kuşoğlu’nda, yersiz yapılan şakanın Durmuş’u, içinden çıkamayacağı bir duruma itmesi anlatılıyor.

Aya Ayna Tutmak’ ta balıkçıların, zor ve tehlikeli yaşam savaşını; Çizmedeki Ellilik’ te eline para geçmemiş, para harcama zevkini tatmamış bir çocuğun, babasının cebinden para aşırmasının ardından pişmanlığını, babanın hoşgörüsünü görüyoruz. Gece Molası’nda, çevrede hatırlı biri olan ölmüş babasının genç üzerindeki etkisi; beş parasız Mustafa’nın, komodinin üstündeki parayı alıp almama ikircikliği; babasının “Adamı açlık değil, hırsızlık öldürür”(72) diyen sesi ile kendine gelmesi anlatılırken; Sandalcı Hastaymış’ ta, fırsatçı, cahil iki yöre insanının bastırılan cinsel tutkuları ve turistlerden yararlanma girişimleri ironiyle veriliyor. Sordururum Sana öyküsünde ilk gençlik çağındaki duygular, yoksulluk ve okumak için gösterilen çaba öykünün ana konusunu oluşturuyor. Fransızın Halkası’nda ise bir balıkçının, yataktaki karısına sarılırken düşünde Fransız turistle balık avladığı görülüyor.

Öykülerinde kadın sorunsalına ayrı bir yer veren Yalçıner, dağda- bayırda iş ve geçim derdi ile uğraşan kadın ve genç kızların karşılaştığı tehlikeleri Tuzcu Kadın ve Ayıboğan’da konu ediyor. Tuzcu Kadın’ da eskiden yöre ekonomisinde önemli bir yeri olan, denizden tuz elde etme işini kocası Almanya’daki Güllü’nün bastırılmış duygularıyla birlikte veren yazar, Ayıboğan’da, bir avcının vahşi isteklerine yenik düşen Cemile’nin, kendini asmasını işliyor. Yusufçuk’ta ise anne olma özlemi ile yanıp tutuşan Emel’in, kocasıyla yaşadığı soğukluğu hurafelerle çözmeye çalışmasını anlatıyor.

Kum Kadın’da öykü kahramanının gençliğinde bir turist kadınla yaşadığı duygu çatışmasının özeleştirisini; Bektaş Ağa ve Sen de Duttan İn öykülerinde, yöre insanının dinsel konulardaki hoşgörüsünü buluyoruz.

Yalnızlığın Ayak Sesleri’nde, büyük kentten bunalan, baba yurduna dönüş özlemi duyan, ancak eşini çocukluğunun geçtiği kasabaya getirmeye ikna edemeyen öykü kahramanının bunaltısı; Yüreğin Sesi ve Durmuş Ateş öykülerinde de orta yaş üzeri evli çiftlerin cinsel sorunları ele alınıyor.

Ahır ve Kanayan Yürek’ te, anne ve babası tarafından geçmişte bin bir güçlükle yapılan ahırın yıkılması kararı üzerine öykü kahramanının duyumsadığı iç çatışmaları; Fıstık’ ta, yer fıstığını dişleriyle kabuğundan çıkarıp satarak kazandığı para ile okuyan bir gencin, yıllar sonra pazarda fıstık satan yaşlı bir köylüyü görünce geçmişine dönmesi konu ediliyor. Yayla Yolunda’ da, yaşlı bir meşe ağacı ile dilleşen yazarın bakışından, doğal yaşamın teknolojiye yenilmesini, teknolojik gelişmelerin bir yandan da insan ilişkilerini nasıl olumsuz etkilediğini; Hayıt Tohumları’ nda ise yaşadığı küçük çevredeki söylentilerden çekindiği için eczaneden ilaç alamayan orta yaşı geride bırakmış Horoz Apıl’ın, cinsel gücü arttırıcı otlara umut bağlayışını öğreniyoruz. Kuş Gribi’nde de Sivas’ta kuş gribi nedeniyle yakılan kümes hayvanlarını televizyonda izleyen öykü kahramanı Metin’in aracılığıyla, yazar 1993’te Sivas’ta yakılan fikir işçilerine gönderme yapıyor.

Değirmenci’ de yalan ve iftiranın etkileme gücünü; Şeroğlu’nda kiralık katil olmayı göze alan, geçmişi karanlık Şeroğlu’nun, gördüğü bir iyilik karşısında kararından caymasını; Poyrazın Getirdiği Çocuk’ta Hızır’ın, yetim Hüdaverdi ve ailesine Hızır gibi yetişmesini okuyoruz. Murt Bahçesinde’ de Gilindire’nin kuruluşuyla ilgili mitolojik öyküsüne gönderme yapan yazar, öykü kahramanını çocukluk yıllarına gönderip onu murt ağacı ile dilleştiriyor. Baba Gömütü’nde ise öykü kahramanın, kemiklerini yeni bir mezarlığa taşırken babasının ruhuyla yaptığı söyleşide, yaşadığı duygu çatışmasını anlatan yazar, yalnızca bu öyküsünde Gilindire ilçesine son yıllarda verilen Aydıncık adını kullanıyor.

Mekan Seçimine Göre Öyküler:

Yalçıner’in, Silifke’de geçen Sordururum Sana dışındaki öykülerinin mekânı, yaylası, ovası, denizi, ırmağı, deresi ile Gilindire, Gülnar ve çevresi, yani Akdeniz Bölgesi, Orta Toroslardır Kitabın sayfalarını çevirirken Gilindire’nin Büyükada, Dört Ayak Mevkii, İncekum, İskele, Kapız Deresi, Kartal Kayası, Kelenderis Kalesi, Köşk Deresi, Kurtini, Purgulu, Sancakburnu, Sele, Taşmasa, Tuzburnu, Tülüce Dağı, Türbe, Yalan Dünya Tepesi, Yılanlıada; Silifke’nin Bucaklı Mahallesi, Göksu Irmağı, Taşköprü; Gülnar’ın, Çakır Deresi, Irmasan Yaylası gibi yerlerde dolaşıyor; Toros coğrafyasını gözlüyoruz.

Yöre halkının yaşantısını ve ekonomisini etkileyen deniz de, Yalçıner’in öykülerinde önemli bir yer tutar ve deniz, Eğşibey, Aya Ayna Tutmak, Fransızın Halkası, Tuzcu Kadın, Kum Kadın, Bedelen öykülerinin mekânıdır.

Kişisine Göre Öyküler:

Öykülerdeki kahramanlar çoğunlukla günlük yaşamda karşılaştığımız kadın, genç kız, erkek, yeni yetme delikanlı ve çocuklardır. Ancak yetişkin erkek kahramanlar baskındır Yalçıner’in öykülerinde. Ayrıca yöreki yaşam döngüsünün önemli bir parçası olan kadın, genç kız, yeni yetme delikanlı ve çocukların ‘eviçi’ dışında da aileye yardımcı olma sorumluluğu, kahramanların cinsiyet, yaş ve eğitim düzeyi özelinde öykülere taşınmıştır.

Kahramanı yetişkin erkek olmayan anlatılara değinecek olursak, Tuzcu Kadın ve Yusufçuk Yalçıner’in kadın kahramanlı öykülerdir. Bir genç kızın öykü kahramanı olarak anlatıldığı Ayıboğan ve bir kız çocuğunun öykü kişisi olarak yer aldığı Binmesine Oynayacağız, tek niteliği taşıyan öykülerdir. Bir Kış Gecesi, Bedelen, Odun, Çizmedeki Ellilik, kahramanı erkek çocuk olan; Gece Molası, Sandalcı Hastaymış, Sordururum Sana, Fransızın Halkası, Kum Kadın, Fıstık ise kahramanı yeni yetme delikanlı olan öykülerdir. Poyrazın Getirdiği Çocuk öyküsünde ise çocuk ve yetişkin erkek kahramanları birlikte görürüz.

Adlarına Göre Öyküler:

Yazarın, öykü kahramanlarının adlarıyla öyküler arasında çağrışımsal bir ilinti kurduğunu görüyoruz. Bunu da kahramanların adını öykülerine vererek (belki de öykülerin adını kahramanlarına vererek) yapıyor Yalçıner. Hıristo Hasan, Bektaş Ağa, Durmuş Ateş, Şeroğlu, Ayıboğan’da olduğu gibi…

Kitapta ayrıca öykü konularıyla bağlantılı adları olan kahraman ve kişilerle karşılaşıyoruz. Örneğin, Hayıt Tohumları’nda horozlanma isteği duyan Horoz Apıl; Kuş Gribi’nde Sıvas’ta yakılan şair Metin Altıok’un direncini simgeleyen Metin, Yusufçuk’ ta çocuk özlemi ile yanıp tutuşan Emel; Poyrazın Getirdiği Çocuk’ ta ‘yardım’ edimini çağrıştıran Hızır, Hüdaverdi, Peri, İmdat gibi adlar bulunuyor.

Öyküleri okurken Gilindire, Silifke, Gülnar üçgeninde duyduğumuz, yöresel ad, takma ad ya da lakaplarla da karşılaşıyoruz. Ali Baz, Deveci Ali, Eğşibey, İbil Emmi, İlibaslı Kör Mustafa, Kör Kalıpçı, Memiş Ağa, Yenikaşlı Molla Veli, Eşşe Teyze, Dudu, Dursun Teyze, Dürüye Teyze, Gümüş Ana, Mavişen bunlardan bazılarıdır. Öykülerdeki Demirci Yorgi, Petro, Narko, Bandeli, Hıristo Hasan, İreni, Anestos, Athina adları da yıllar öncesinden sesleniyor bize.

Zaman Düzlemine Göre Öyküler:

Öykülerde zaman kavramı çoğunlukla güneş ve aya; ezan ve horoz sesine göre kişileştirme sanatıyla beraber veriliyor. Örneğin, sabahın oluşu, ‘ezan ile horoz sesinin birbirine karışması’(102); günün ilerleyişi ‘güneşin bir adam boyu yol alması’; günün dönüşü, ‘güneşin kül rengi kayaların ardına çekilmesi’ (160); gün batımı ‘Alıç Dağı’nın arkasından kaybolan güneşin yatağını hazırlaması’ (48); gecenin ilerleyişi ‘ayın tepeye gelmesi’(75), ayın aydınlatıcılığı ise ‘ay doğunca yollara düşülmesi’ (116) biçiminde aktarılıyor.

Öte yandan, güneşin mevsimine göre ısıtıcılığı,“Güneş, hâlâ bir şey kaybetmemişti kızgınlığından.” (170); güneşin belli bir zaman aralığını belirtmesi ise “Oyun güneş tepeye varana değin sürmüştü” (50) biçiminde betimleniyor.

Geriye dönüşlü düşsel imgeler Yalçıner’in sıkça başvurduğu anlatım öğeleridir. Örneğin, Bir Kış Gecesi, Fransızın Halkası, Yalnızlığın Ayak Sesleri, Yayla Yolunda, Yüreğin Sesi öykülerinde kahramanların gördüğü düş ile gerçeği ustaca birleştiriyor yazar.

Geriye dönüşlü öykülerinde ise bir sözcükten ya da yaşanılan bir olayın çağrışımından yola çıkarak öykülerini kuruyor: Fıstık öyküsünde, fıstık ve eşek sözcüğünün çağrışımları; Kuş Gribi’nde hayvanların yakılması ile Sivas’ta aydınların yakılmasının anımsatılması; Murt Bahçesinde ise bahçede dolaşan kahramanın çocukluğuna gitmesi gibi…

Gece Molası ve Baba Gömütü’ nde, hayatta olmayan babasıyla, Ahır ve Kanayan Yürek’ te ise ölmüş annesi, babası ve komşuları ile öykü kahramanın söyleşmesi Yalçıner’in bu anlatım biçemini gösteren diğer örneklerdir.

Doğa betimlemelerinin de yazarın anlatımında ayrı bir yer tuttuğu görülüyor. Sarnıç, Bir Kış Gecesi, Aya Ayna Tutmak, Çizmedeki Ellilik, Sandalcı Hastaymış, Yüreğin Sesi, Ayıboğan, Poyrazın Getirdiği Çocuk ve Murt Bahçesinde öykülerine betimleme ile giriş yapar Yalçıner. Bu betimlemelerde sözcükleri dans ettiren yazarın gözlemlerini ustaca yazıya aktardığına tanık oluyoruz: “Portakalın dallarında da yer yer beyaz tülbentler bağlıydı. Biraz daha aşağıda, deniz kirli yeşile dönmüş çalkalanıyor, ayran tuluğundaki yağ kümeleri gibi, üzerinde beyaz köpükler oluşuyordu. Ufukta sular mavileşirken, gökyüzünde siyah beyaz koyun sürüleri geziniyordu.” (126) örneğinde olduğu gibi.

Özellikle yöredeki insanların yaşantısını derinden etkileyen poyraz Yalçıner’in öykülerinin önemli motiflerindendir ve öykü betimlemelerinin çoğunluğunu oluşturur: “Torosların poyrazı yine ipini koparmış, tozu dumana katıyordu. Havada uçuşan renk renk naylon torbalar, yerlere kadar eğilip doğrulan ağaç dallarında hız kesiyordu. Buydurucu rüzgâr, aşağıda masmavi denizin yüzünde kar fırtınasına dönüşmüş, beyaz köpükleri sanki koşu yarışına sokmuştu.” (161)

Betimlemelerde olduğu gibi, doğa gözlemlerinden yararlanarak sıkça yaptığı benzetmeler de Yalçıner’in anlatı biçeminin diğer bir parçasıdır. “Dişetleri çekilmiş gibi irice topak taşların kökü görünüyordu.”(118), “Dibi oynamış mavi derya, yeşile dönerken kızıl çamurdan bir de burun oluşmuştu içinde.” (S: 130), “(ayın) Denize vuran ışıkları, şampanya bardağını andırıyordu adeta.” (75) bu benzetmelerin kitaptaki en çarpıcı örneklerinden birkaçıdır.

Toroslarda Yaşam Erken Başlar, Hikmet Birand’ın anı ve gözlemlerini anlattığı Anadolu Manzaraları adlı kitabını anımsattı bana. Yaşadığı yörenin doğasını çok iyi bilen Mustafa Yalçıner de, gözlemlerini, anlatılarındaki kahramanları bitkilerle söyleştirerek öykülendiriyor. Toroslarda Yaşam Erken Başlar, bölgenin sözlü tarihini ve Yörük geleneğini yereli evrensele taşıyan şiir lezzetindeki öykülerle sunuyor okuyucuya.

Mustafa B. Yalçıner, ilk kitabı Toroslarda Yaşam Erken Başlar’da yer alan özgün ve çarpıcı öyküleriyle dil bilinci güçlü bir yazarın haberini veriyor okura.

Tanıtım Yazısı: F.Saadet Bilir,
Afodisyas-sanat, Mayıs 2009, Yıl: 3, Sayı: 15, sayfa: 60-62
Kitap Künyesi: Mustafa B. Yalçıner, Toroslarda Yaşam Erken Başlar, Etik Yayınları, Mart 2008, ISBN: 9789758565511

3. TOROSLAR’DA YAŞAM ERKEN BAŞLAR
Yazar Ruşen HAKKI

“Yaşlıca bir adam, pantolonunun paçasını sıvamış, deniz kıyısında eğilip doğruluyor; köpüklü dalgalar, diz boyu taşların üzerinden aştığı zaman geri kaçıyor, su çekilince de işine yeniden koyuluyordu. Kıyıdan biraz uzaktaysa, çakıllar üzerine konmuş bir mangaldan dumanlar yükseliyordu.
Kara kuru bir oğlan, daracık patikayı izleyerek, kıyıya indi.
- Kolay gelsin, İbil Emmi.
Dönüp çocuğa baktıktan sonra yanıtladı onu:
- Sağ ol Veli.
Adam, suların ıslattığı taşlara sıkıca tutunmuş, bir salyangoz cinsi olan bedelenin yassı koni biçimli kabuğunun kenarına çakısının ucunu sokuyor, yukarı aşağı gezdirerek onu yerinden oynatmaya çalışıyordu. Dizkapağı görünümündeki kabuğun içerisindeki etli parçayı ceviz oyar gibi çıkarıyor, yıkadıktan sonra da sol koluna taktığı tel sepete koyuyor, kabuğunu da suya bırakıyordu. (...) İbil, mangalın yanına döndü, sepetini kolundan çıkararak yere bıraktı. Odunla yanlış, kömüre dönüşmüştü. Adam, küçücük maşasıyla düzenledi onları. Tel ızgarayı koydu maltızın üstüne. Sonra da üzerine sepetten aldığı bedelenleri dizdi. Az sonra soba üzerinde pişirilen kestaneninkini andıran bir koku yükselmeye başladı mangaldan. İbil, maşayla birer birer altüst etti etleri. Veli, gözlerini bir an bile ayırmıyordu ızgaradan. Yaşlıca adam, maşayla bir bedelen aldı ve ağzına götürdü. Kenarından ısırdı.
- Hım! Çok güzel olmuş...” (BEDELEN)
Yukarıdaki satırlar, Mustafa B.Yalçıner’in ETİK Yayınları arasında çıkan “Toroslarda Yaşam Erken başlar” adlı öyküler kitabından alındı. 175 sayfalık kitapta 34 öykü yer alıyor. Çoğu köy ve kasabalarda geçen yaşantıların ele alındığı öykülerde betimleme (tasvir) öne çıkıyor. Kitaba önsöz yazan şair ve yazar Vecihi Timuroğlu, bir yerde şöyle diyor:

“Bu öyküler, ‘kısa öykü’ dedikleri (ben, pek tutmuyorum bu terimi) türden oldukları için, Mustafa B.Yalçıner, Balzac ve Flaubert gibi, kişilerin içsel ve anlıksal durumlarını, öyle derinliğine işlemiyor. Yalnız, o birikime sahip olduğunu gösteriyor. Mustafa, toplumsal çevreyi, kişilerin yaşadıkları doğayı, onların kişisel yaşam olgularını, anlıksal yansımalarının arkasındaki kurnazlıkları, ekinsel yozluklarını, özellikle yansıtmış...”
17 Temmuz 2009, Özgür Kocaeli Gazetesi
4- MUSTAFA B. YALÇINER’İN SÜMBÜL GÖLÜ KİTABINI PROF. DR. M. ŞEHMUS GÜZEL OKUDU VE SİZLER İÇİN ELEŞTİRDİ (*)

Mustafa B. Yalçıner’in Akdeniz’in güneşinde ve ayında, Toroslar’ın poyrazında, içeride ve dışarıda damıttığı öykülerinin toplamından oluşan ve okuyucusuna yeni yıl hediyesi gibi sunduğu Sümbül Gölü’nü heyecanla, gülerek, tedirgin olarak, sevinerek, hüzünlenerek okudum.

Kitap elime ulaştığında trenle yola çıkmam ve yol için de iyi bir yol arkadaşı lazımdı. İşte yol arkadaşım diyerek kitabı çantama attım ve koşarak trenime yetiştim. Tren yola düştü ben de kitaba. Sadece yol arkadaşımı değil arkadaşlarımı bu kitapta buldum. Paris’ten kuzeye doğru yola çıktım ve yol boyunca okudum. Ben kuzeye gidiyordum ama kitap beni sürekli olarak doğuya ve güneye çağırıyordu. Aniden trende bir Toroslar, bir Akdeniz, bir Mersin, bir Gülnar, bir Gilindire havası esmeye başladı. Bizim havalardır bunlar iki gözüm dedim ve coştum. Hem coşuyorum, hem de fena halde duygulanıyorum. Diğer yolcular “uyanmasın” diye gönlümü ve gözlerimi öte taraflara çeviriyorum. Eşim de yanımda, o alışkın böyle duygu dalgalanmalarıma ve pat diye bişeyler olduğunu fark ediyor... fakat üstelemiyor. Evet ötelere bakıyorum. Taaa oralara... O kır çiçekleri, fesleğenler, zambaklar ve gelincikler bizimdir diye içimden geçiriyorum biz oralarda olmasak bile. O güzelim çiçeklerin parfümü, renkleri bu grimtırak tırak tırak kış öğleden sonrasını bir güzel sardı ve baştan sona boyadı. Fransa toprakları bu renklere alışık değil ama komşudan ve dosttan geleni de reddetmez. Eh diyeceksiniz o kadarlık konukseverlik kadı kızında bile olur. Evet öyledir. Bu topraklar onca kıyım, onca acıdan sonra artık hoşgörü ve barış ve iki dirhem bir çekirdek huzuru tercih ediyor. İyi de ediyor.

Mustafa B. Yalçıner’in yapıtının tarz ve biçimi çok iyi. Kimi kısa, kimi çok kısa ve tümü kıssalı öykülerinin okunuşu akıcı. Yaşar Kemal ve Osman Şahin tarzı, çizgisi ve geleneği sürüyor demek mümkün. Osman Şahin’in Yalçıner’in kitabını tanıtıcı yazısı bir rastlantı değil. Osman Şahin böylece yazarla hem edebi akrabalığını tanımış oluyor, hem de yapıtın en vurucu özelliklerini dillendiriyor, şu satırlarında örneğin : “Yaşayan, soluk alıp veren, canlı, güçlü bir doğa, gözlem ve ayrıntı gücü gözlerden kaçmıyor.”

Yazarlıkta, iyi yazmakta ve hakiki yaratıcılıkta, « seyretmek eyleminin » önemi burada bir kez daha ve tam da yerinde vurgulanıyor. Ve ister istemez aklıma Yaşar Kemal’in nehir söyleşilerinden (bu nehir söyleşi sonra dayanamayıp söyleşi ve sözleşi okyanusuna dönüşüyor) birinde anlattığı çocukluk anılarını getiriyor: Hani saatlerce bir kuşu, bir ağacı, bir yaprağı, bir aklınızanelgelirseonu seyretmek işini kendine özgü ve dünyalara değişmem bir “meslek” biçimine çevirmesi. Musafa B. Yalçıner’in yaptığı da bunlar. Seyreylemek, seyiri sanat haline getirmek ve yazmak. Yazarı bunun için kutlamak lazım. Elbette Çinli dağlıların aralıksız iki gün sadece bulutları seyretmesi de aklıma geliyor. Evet tam iki gün bulutların nasıl biçimden biçime girmelerini ve renkten renge değişimlerini seyreylemek. Bir denesek diyorum, belki bize de dünya kadar şey öğretirler. Bulutlar elbette. En azından sabırlı olmayı.

Paris’in kuzeyindeki yalnızlığının ve terk edilmiş manzaralarının içinizi sızlattığı büyük kente, « Buruk-Sel »e, varıp trenden indiğimde iyi ki yanımda eşim vardı yoksa paltomu orada unutuvermiş olacaktım. Bunun da tek sorumlusu Yalçıner olacaktı. Yahu kardeşim biz buralarda kışla, eksi bilmem kaçla kavgaya tutuşurken bize oraların denizsel ve ılık havalarını anlatmanın alemi var mı? Söyler misin lütfen? Evet gerçi “Sümbül Gölü”nde de esince poyraz “tükürüğü havada donduracak cinsten”dir ama yine de böylesi kış Fransa nam ülkede görülmedi son on yıllarda...

Bu yapıtı sizin de okumanızı tavsiye ederim: Ufak çıkarlara dayalı baba-kız ilişkilerini, öğretmeye yönelik baba-oğul alış-verişlerini, kadın erkek eşitliği arayışlarını, anaların ve babaların önemini ve daha bir dizi kişisel, ailesel, toplumsal meseleleri gerçekten yaşanmış veya yaşanabilir olanlardan çıkarılan derslerle/deneyimlerle kendimize mal edebilmek için. « Bilezikler », « Yorgi’nin Altınları » öykülerinde olduğu gibi. Beklenmeyen umulmayan biçimlerde biten an(ı)lar ve öyküler bunlar aynı zamanda. « Karakola Götürülerken » öyküsü örneğin. Heyecanı da size kalıyor. « Yorgi’nin Altınları »nda da benzer bir iç tansiyon yaşanıyor.

Yazarın özgeçmişinden mutlaka kimi izler kimi an(ı)lar yansıyor öykülerine. Belki şu satırlarda bulunanlar : « İyi ki de gelince yakmışım kitaplarımı. (...) Bir ihbar, bir dilekçe yetiyor gelip almaları için. Beni niye çağırmış olabilirler? ‘Bilimsel Sosyalizmin İlkeleri’ni Türkçeye çevirdiğim için olmasın? Ya da bu yöreden bir öğrencim vardı. Sınıfta Nâzım’dan bir şiir çevirisi yapmıştık. O şikâyet etmiş olmasın! » (s. 22)

Yazar yaşadığı Mersin, Aydıncık, Gilindire ve çevresini bitkisi, böcü börtüsü, kuşu, balığı ve neyi var neyi yoksa her şeyiyle gözü kapalı tanıyor ve biliyor. Bunların tümü öykülerine yansıyor. Öykülerinin hoş parfümü buradan kaynaklanıyor. Gül, fesleğen, küstüm çiçeği, dağlalesi, zambak, mor sümbüller... Mor Sümbüller okuyucular için. Yalçıner’in neredeyse tek başına yayınladığı Gerçemek dergisinde öteden beri yer verdiği ve doğduğu mekânı bütün unsurlarıyla tanıtmaya yönelik yazıları, fotoları da bu konuda elbette yardımcı. Öykülerinin tadını Gerçemek’ten bilenler de var, benim gibi. Yöre dilini ve deyişlerini çok iyi kullanması da anılmalı. Bir örnek : « Taş değil de ceza ağır geldi baba. » « Giliğini yitirmiş kuş gibi düşünmeye başladım. » « Korku kanatlandırırmış insanı. » « Ekmek kavgasının kadını erkeği mi olurmuş? »

Yazar yöresinin doğasını dinliyor ve dillendiriyor : « Dışarıda artıyordu şiddeti poyrazın. Önüne geleni kovuyor, bağırıp çağırıyordu. Kapı altından, bacadan girmeye çalışıyordu eve. Girebilseydi, müthiş bir kavgaya tutuşurdu adamın içindeki fırtınayla. » (s. 46).

« Otuz beş dakika kalmışız suda. O derinlikte hem balık avlamak, hem de Nikol’ü tavlamak için elimden geleni yapıyorum. (...) Güneş dışımı, Nikol içimi yakıyordu. » (s. 105).

Kimi öyküde fantezi ve fantastik unsurlar da dansa kalkıyor. Topallayan yıllanlar, konuşan yılanlar filan : « Yılan, başını arabanın ön camına kadar kaldırmış, sürücüye ‘Hyakinthos yaralanmış. Ona yardıma gidiyordum. (...) » diyor yalvaran gözlerle. » ( s. 95).

Bu arada değişik « kuş » meseleleri de var. Meraklılarına duyurulur.

Hüzün bastırıyor köyü, köylülüğü ve köylülerin geçmişten bugüne devinimlerini anlattığı satırlarda, sayfalarda, öykülerde. Evet hüzün işte : « Birkaç ihtiyar kaldı köyde. Malcılık öldü, çiftçilik öldü. Gençlerin hepsi de terk etti köyü. (...) Ekmek kavgası veren yaşlı kadınlar, terk edilen köy, gençlerin umuda yolculuğu, başka yerlerde gömülmek istemeyen yaşlılar gelip geçiyor gözünün önünden. Hüzünleniyor, yüreği kanıyor ve onların dünyasına bir yolculuğa çıkıyor. » (s. 94 ve 95).

Evet hüzün bastırıyor ve hazin bir soru takılıyor aklımıza: Ölülerimizi kim(ler) kaldıracak köylerimizde biz bize kalmışken. Çocuklarımız nerede? Nerede torunlarımız?

Hüzün ve kırık umutlar bir emeklinin yakın geçmişiyle belki bir parça geç kalmış bir iç hesaplaşmasında ve bir türlü karar verememesinde de kendini gösterebiliyor. « Emekli » isimli öyküde emeklinin kent mi köy mü arasındaki ikircikliği ve bunun tartışması yazarın sanki kendi geçmişiyle hesaplaşmasıdır. Yalçıner köyüne dönmekle iyi mi yaptığını kötü mü yaptığını sanki bugün artık bilemiyor. Kendi gençliğine bu konuda açık bir öneri de yapamıyor. Çünkü köylülerin ve küçük yerleşim birimlerinde yaşayanların olumsuz değişiminden umutsuz ve dertlidir : « Eskide kalmış, küçük yerlerdeki insanların dürüstlüğü, içtenliği, karşılıksızlık ilkesi. O güzelim insanlar da yok olup gitmiş. Son yıllarda uygulanan sosyo-ekonomik politikalarla, oradakiler de bozulmuş. İlişkiler çıkarlar üstüne kurulur olmuş. Çıkar konusunda biraz testere gibi olabilseler anlayacağım! Ama keser olmuşlar, hep kendilerine yontuyorlar. Sonra sözünde durmayanlar, kılık değiştirenler, partiden partiye geçenler, fırıldaklar, el üstünde. İnsanların büyük bir çoğunluğu da almaya gelince koşar, vermeye gelince kaçar olmuş. » (s. 116).

Son derece umutsuz bir sonuç. Bunu yazan, öncesini saymasak bile 1996’dan bu yana küçük bir yerleşim biriminde, oradaki ve çevresindeki insanlarla iç içe kardeş kardeşe yaşayan bir dededir. Evet Yalçıner bugün 62 yaşını devirmiş bir dededir. Bu bağlamda yazdıkları daha da önem kazanıyor. İnsanın içindeki çocuğu, kadını, genci katlettiğinin resmini çiziyor. Okuyucusunun da ciğerini parçalıyor. Bugünkü köylülük, kasabalılık manzarası demek bu. Umut edelim ki bu manzara geçici olsun.

Yapıt a’sından z’sine, yazarının, her biri diğerinden etkileyici ve tümü arasında yadsınamaz bir akrabalık bulunan öykülerinin genel değerlendirmesiyle köylülüğün geçmişinden bugüne derin bir bakış biçiminde de algılanabilir. « Mübadele zamanı »nda « Yorgi’nin altınları »nı iade için koşturan köylüden bugünkü çıkarcılara varılması hiç de iç açıcı değil elbette. Yazarın vurgulamadan ve ille bir mesaj biçiminde iletmeden vardığı ve okuyucusunun da varabileceği sonuç son derece umut kırıcıdır. Ama biraz önce dediğim gibi, bunun geçici olmasını dilemek de mümkün. Bir de bunun neden böyle olduğunu irdelemek lazım. Bu da artık sadece iyi yazarların değil, onlarla birlikte, onların yanında toplumbilimcilerin de işidir. Yazar her şeye rağmen « Umut »ta umut işaretleri de veriyor : « Özgür insanlar yetiştireceksin. Anamızı belledi baskılar. Politik baskı, dinî baskı, sosyal baskı, mahalle baskısı, aile baskısı, içimizdeki çocuğun baskısı. » (s. 9). O zaman işte yapıtın « Umut » isimli birinci öyküsü artık yazarın iletisi olarak da anlamlandırılabilir.

Künye: Mustafa B. Yalçıner: Sümbül Gölü, Etik yayınları, İstanbul, 2009.

(*)http://www.edebiyatodasi.com/news_detail.php?id=3319

4. MUSTAFA B. YALÇINER’İN ÖYKÜLERİ (*)
Hasan AKARSU
Mustafa B. Yalçıner, 1948 Mersin-Gülnar-Gilindire (Aydıncık) doğumlu. 1996’da Gazi Üniversitesi’ndeki görevinden emekli olan yazarın makale ve öyküleri birçok yazın dergisinde yayımlandı. “Toroslar’da Yaşam Erken Başlar” (1) ve “Sümbül Gölü” (2) adlı iki öykü yapıtı olan yazar, kısa öyküleriyle ilgi çekiyor.

Toroslar’da Yaşam Erken Başlar adlı yapıtında, 34 öykü yer alıyor. Önsözde, Vecihi Timuroğlu, onun öykülerini şöyle değerlendiriyor: “Mustafa B. Yalçıner, konuşanın sözünü yanıtlama yöntemini kullanıyor, ama duruma göre, dinleyene yöneltilen söyleme de rastlıyoruz…Kısa öyküde, tek kişinin söyleyişi, olayın akışını da engelleyebilir. Mustafa, bu engeli görmüş ve karşılıklı konuşmaları yeğlemiş…Mustafa, kişileri çok yanlı yansıtma çabasına yöneliyor ara ara…”

Öğretmen Dünyası dergisini izlemeseydim, Saadet Bilir’i, Ali F. Bilir’i tanıyamayacaktım. Onları tanımayınca da Mustafa B. Yalçıner’i tanımayacaktım. Her şey birbirine ne güzel bağlanıyor. Akdeniz gezisinde, Aydıncık (Gilindire) Öğretmenevi’nde üç gece kalmasaydım o yöreye ilgi duymayacaktım belki. Gerçemek dergisi bu değin ilgimi çekmeyecekti. Gilindire öykülerini, Toroslar’ın öykülerini bu değin severek okumayacaktım. Yalçıner, öykülerinde çocukluk anılarına, göç olaylarına, okul yıllarına, konargöçerlerin yaşamlarına yer veriyor. Göç (mübadele) öykülerinden Sarnıç, Hıristo Hasan en çok ilgi çeken öyküler. Yörük Deveci Ali, Berber Petro’nun kızı Athena’ya sevdalı. Zorunlu göç olunca, Petro, kızını sarnıca sarkıtarak Yörük Ali’den saklayıp kurtarmak istiyor. Sevdanın önüne geçilemiyor, Athena’yı, gelenek ve din ayrılığına karşın Yörük Ali’ye veriyor. Demirci Yorgi de malını, eşeğini göç sırasında Hıristo Hasan’a severek bırakıyor.

Gömü arama alışkanlığı Gilindire’de de var. Arama sırasında yaşanan kaza olayları, dinamitle balık avlama sırasındaki kaza olayları, sevgiliye kavuşamama acıları, çok çocuklu ailelerdeki geçim sıkıntıları, hayvan otlatırken çocukların başına gelen olaylar, babanın cüzdanından para çalma, Irmasan Yaylası’ndaki yaşam, Silifke’de liseyi okurken yazarın başından geçen olaylar (Sordururum Sana), Fransız turistlerle ilişkiler vb olaylar başarıyla anlatılıyor öykülerde. “Yalnızlığın Ayak Sesleri”nde, benöyküsel bir anlatım var. Emekli olan yazar, Ankara’dan ayrılıp çocukluğunun geçtiği kasabaya ev yapıp yerleşmek istiyor. Eşi, gelip onu yeniden Ankara’ya götürmek istese de başaramıyor, yalnız dönmek zorunda kalıyor. Yazar, doğduğu yere tutkun. Onun için yurtsama duyguları içinde duyumsadıklarını yansıtıyor. “Yayla Yolunda” hayrat yaptıran Topal Abdullah’ın öyküsünü anlatırken, meşe ağacını ne güzel konuşturuyor:”Ne oldu bu insanlara, çeft de mi toplamaz oldular? Ya develer nereye gitti? İnanır mısın keklikler ötmez, eşekler anırmaz oldu gölgemde” (s.115). İnsanlığın eskilerde kaldığı vurgulanıyor öykülerde, yüreğinin sesini dinleyen insanlar, kuş gribi nedeniyle yakılan hayvanlar, Sivas-Madımak’ta takunyalıların yaktığı insanlar anlatılıyor. Dürüst oldukları halde, çıkar ilişkileri nedeniyle karalanan, ak olduğu bilinen insanlar (Değirmenci Memiş Ağa), paranın gücü kullanılarak öldürülmek istenen ( Mahmut Ağa) insanlar, odun toplarken ırzına geçildiği için intihar eden güzel kızlar (Cemile-Ayıboğan) anlatılıyor. Yazar, her öyküsüne güzel-etkileyici betimlemeyle başlıyor. Baba Gömütü öyküsünde, belediye kararıyla taşınan mezarlar anlatılırken, Musa, 40 yıl önce yitirdiği babasıyla konuşuyor, ona eski konukseverliğin kalmadığını söylediğinde, babasının da “iyi ki ölmüşüm” diyen sesini duyar gibi oluyor.

***

“Sümbül Gölü”nde, 25 öykü yer alıyor. Yaşlı adam Umut’un öyküsünde, karısını yitiren adamın topladığı mücevherleri bir çobana okul yaptırsın, çocuk okutsun diye vermesi anlatılıyor:”…Evet evlat! Çok para var bu torbada. Çıldırtır adamı. Ama sen akıllı davranacaksın, anladın mı beni? Bol bol okul yaptıracaksın. Çocuk okutacaksın. Özgür insanlar yetiştireceksin…” (s.9). Çoban çocuk, torbada cilalı çakıltaşları ve deniz böceği kabukları buluyor mücevher yerine. Unuttuğu sığırlarının ardına düşüyor.

Göç nedeniyle, Yorgi’ye iki altın borcunu ödeyemediği için üzülen Adil’in ruh durumu, dinlence için deniz kıyısındaki kasabasına gelen İngilizce öğretmeni Evren’in karakola götürülürken yaşadığı korku (12 Eylül’ün üstünden bir yıl geçmiş), komşunun bahçesinden babası için salatalık çalarken yakalanan Mülayim’in korkusu, köydeki muhtarlık çekişmesi ve kuraklık sıkıntısı, yalnız yaşayan babaya sahip çıkan kızının tutumu, balık tutarken fırtınaya yakalanan kaptanın umarsızlığı ve cesareti, istediği kızı alamayan delikanlının bunalımı, boş inançların etkisi (Yılan Kavlağı), içindeki çocuğu dinleyen anlatıcının kendisi için yaşayamadığı için duyduğu üzüntüsü (Taşmasa’daki Çocuk), Kilindria’ya dönen Rum’un ata evini arayışı sırasında Berber Petro ile kızı Athena’nın öyküsünü dinleyişi, yüz elli yıllık ceviz ağacının korunması için Orman Mühendisi çıkacak olan Mürşit’in girişimi, yalnız yaşayan insanların sahiplenilmeleri, isyan eden atların öyküleri (Atların İsyanı), Fransız turist kız Nikol’a aşık olan Veysel Kaptan’ın öyküsü (Peşör’ün Öyküsü), emekli olunca bir kasabaya yerleşmeyi düşleyen memurun düşünceleri, 600 yıllık iki servi ağacının söylenceli öyküsü (İkiz Katran), öldürdüğü yılanın eşinden korkan çocuğun çıkmazı (Una Bulanmış Karayılan) vb konular, olaylar başarıyla anlatılıyor öykülerde. Kitaba ad olan “Sümbül Gölü” öyküsünde, ilkyazda arabasıyla Toroslar’a çıkan sürücünün sümbül kokularına tutulup durması, sümbülleri bekleyen kadınlarla konuşması anlatılıyor. Köylü kadınlar çiftçinin durumunu şöyle yansıtıyorlar:”…Birkaç ihtiyar kaldı köyde. Malcılık öldü, çiftçilik öldü. Gençlerin hepsi de terk etti köyü. Ne yapsınlar burada? Şimdiyse sahilde seracılık yapıyorlar. İş nerde, aş orda. Bizse hükümetin verdiği tarla parasıyla idare etmeye çalışıyoruz. Bir de sümbülümüz var…” (s.94). Köylü kadınlar, kırlarda açan sümbülleri toplayıp kente satmaya götürüyorlar, gelir elde ediyorlar. Anlatıcının anımsadıkları bir düş gibi. Sabah ezanı okunurken ayılıp çok içtiğini anlıyor.

Yazar Mustafa B. Yalçıner, kısa öykülerinde, küçük insanların kocaman dünyalarını başarıyla yansıtıyor. Olay öyküleri yazıyor, elöyküsel anlatımı daha çok kullanıyor. Olay kişileri, çevresinde iz bırakan kişiler olup uzun süre belleğinize yerleşiyorlar. Olayların geçtiği yerler Toroslar ve çevresi, deniz kıyısındaki kasaba, yaylalar vb. Betimlemelerinde başarılı olan yazar, olayların geçtiği yerleri, kişileriyle birlikte etkili olarak, yalın bir dille anlatıyor.

(*) 1. Toroslar’da Yaşam Erken Başlar- Mustafa B. Yalçıner, Öyküler, Etik Yayınları, Mart 2008, 176 s.
2. Sümbül Gölü- Mustafa B. Yalçıner, Öyküler, Etik Yayınları, Eylül 2009, 152 s.
(Kültür ve Edebiyat Dergisi Şehir, Nisan 2010)
5. Sayın Mustafa Yalçıner'in öyküleri sadelikle süslenmiş bir güzellik taşıyor. Okuduğum her öyküsü Aydıncık'ı biraz daha tanımamı ve daha çok sevmemi sağlıyor. Beynine, yüreğine sağlık.
01.07.2010

http://uyeler.antoloji.com/halk-ozani-karamanli-nevzat/

20 Eylül 2010 Pazartesi

MEKANIM MİTOLOJİK BİR KENT: KELENDERİS

Tarihi kentlerin genellikle bir kuruluş öyküsü vardır. Yunan mitolojisi bu türden söylencelerle doludur.

Kuruluş mitolojisi olan kentlerimizden biri de, Toroslar’ın eteğinde, günümüzden yaklaşık dört bin yıl önce, Zeus’un oğlu Hermes’in torunlarından Fenikeli Sandokos tarafından bir kale ve ticaret kenti olarak kurulmuş Kelenderistir. Bu kentin adı, 19. yüzyılın başlarında, halk ağzında Gilindire’ye dönüşür. 1965 yılında da Gilindire adı, Akdeniz’in mavi karanlığına gömülür ve o yıllarda Gülnar’a bağlı olan bu nahiye, tarihi geçmişiyle hiçbir ilgisi olmayan Aydıncık adını alır.

Kentin kuruluş mitolojisi hakkında Batılı kaynaklar şu bilgileri veriyor:

“Hermes ile Herse’nin Cephale adında bir oğlu olmuş. Cephale’e âşık olan Eos, onu Suriye’ye kaçırmış ve orada evlenmişler. Tithonos adında bir erkek çocukları dünyaya gelmiş. Tithonos’tan, Phaeton, ondan Astinoos ve ondan da Sandokos doğmuş. Sandokos Suriye’den Kilikya’ya gelmiş, orada Kelenderis şehrini kurmuş. Sonra Hyrie kralı Messagoras’ın kızı Pharnace ile evlenmiş ve bu evlilikten Kinyras dünyaya gelmiş. Kinyras da büyüyünce, halkının bir kısmı ile Kıbrıs’a geçmiş. Orada Baf kentini kurduktan sonra da Kıbrıs kıralı Pygmalion’un kızı Metharme ile evlenmiş. Daha sonra da Kıbrıs’a kral olmuş.

Kral Kinyras’ın, Myrrha adında, güzelliği dillere destan bir kızı vardır. Kral, kızının Aphrodite'ten daha güzel olduğunu iddia eder. Aşk ve güzellik tanrıçası da, kralın kızını kıskanır ve onu babasına âşık eder. Myrrha da dadısının aracılığı ile fark ettirmeden geceleri babasının yatağına girer. Kral birkaç kez birlikte olduğu kadının kızı olduğunu fark edince, Myrrha korkudan sarayı terk ederek ormana sığınır. Bilmeyerek girdiği bu ensest ilişkiden utanç duyan kral da, kızını öldürmeye karar verir ve peşine düşer. Myrrha kurtulmak için tanrılara yalvarır. Zeus, kıza acır ve onu Toroslar’a fırlatır. Orada onu mersin (murt) ağacına dönüştürür. Bir süre sonra bu ağacın kabuğundan nur topu gibi bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Adı da Adonis. Büyüyünce de yakışıklı bir delikanlı olup çıkar. Aşk Tanrıçası Afrodit ona aşık olur.

Afrodit, sevgilisi Adonis ile ormanda gezip tozmaya başlar. Tanrıça’ya vurgun olan Savaş Tanrısı Ares, yakışıklı delikanlıyı çok kıskanır. Bir gün, Afrodit şerefine düzenlenen bir av partisinde Ares, bir yabandomuzu salar Adonis’in üzerine. Hayvan yaralar onu. Ölümle pençeleşir Adonis. Afrodit onu kollarına alır ve sağaltmak üzere götürürken damlayan kanlar, kırmızı anemonlara dönüşür.

Aydıncık’taki Yörük Tepe, mart başından itibaren işte bu kıpkırmızı dağlalesine bürünür. Murt ise yaz ortasından sonbahara kadar beyaz çiçek açar yörede. Kasımdan itibaren de beyaz üzerinde morumsu siyah lekeler bulunan, bol çekirdekli kekremsi meyveler verir.

Murt ve anemonun yörede bolca yetişmesi, çekiyor insanı mitolojik öykünün içine, nedense inanası da geliyor.

Kentlerin kuruluş mitolojisi, bir köken arayışından kaynaklanır ve o dönem insanın hayal gücünün ürünü olan bu bilgiler, binlerce yıldır aktarıla aktarıla günümüze ulaşmış. Bilgilerin doğruluğu ya da yanlışlığı önemli değil, önemli olan bu bilgilerin söz konusu kentlere tarihi bir kimlik kazandırmasıdır.


YAŞADIĞIM KENTİN TARİHÇESİ: KELENDERİS-GİLİNDİRE-AYDINCIK


Kuruluş mitolojisine göre, yaklaşık 4 bin yıl önce, Fenikeli Sandokos, Suriye’den Kilikya’ya gelir ve bugünkü Aydıncık’ın yerinde bir liman ve ticaret şehri olarak Celenderis’i kurar. Kelenderis’in adı, zaman içerisinde değişimlere uğrayarak Kalendria olur. 19. yüzyıl başlarında da Gilindire’ye dönüşür.

Yolu bu limana uğrayan gezginlerin verdiği bilgilere göre, Gilindire 1800’lü yıllarda, bir han ve ilkel birkaç damdan oluşan fakir bir köydür. İstanbul-Kıbrıs postası pek işlek olmayan ve hemen hemen hiç ithalatın yapılmadığı bu limanda gemiye yüklenir. Gemiler de yük ve yolcusuyla açılır denize. Suriye’ye inşaat malzemesi ya da odun olarak kullanılmak üzere kereste gönderilir. Dışsatımı oluşturan diğer kalemlerden meşe palamudu Siros Adası’na; tereyağı, peynir vb. gibi besin maddeleri ile yün ve ham deri de Kıbrıs’a satılır.

Gilindire’nin halk arasındaki bir adı da İskele’dir. Küçük bir liman kasabası olan Gilindire uzun yıllar Gülnar ilçesine merkezlik yapar. Vital Cuinet’nin verdiği bilgilere göre “Bu küçük kasabanın nüfusu sadece 210’dur ve halkın hemen hemen hepsi Kıbrıs ya da Alanya’dan göçüp gelen Rumlardır”. Tanin Gazetesi yazarlarından Ahmet Şerif 1910 yılında Gilindire’ye gelir. “Gülnar Kazası’nın merkezi olan Gilindir üç yüz evden fazla değildir. Bir dağın eteğine kurulmuş. Halk İslam ve Rum'dur. Rumlar daha kalabalıktır. İki taraf birbirleriyle pek güzel geçiniyorlar, diyebilirim ki, burası bir birlik örneğidir. Gilindir'in ihracatı kereste, odun, kömür, palamut tereyağı gibi şeylerdir. Halk fakirdir... Arazi ziraata o kadar uygun olmadığından, halk zorunlu olarak ormanları yakarak tarla haline getirmektedir.”

Her iki yazarın da belirttiği gibi 1900’lü yılların ilk çeyreğinde zaman zaman ezan, zaman zaman çan sesinin duyulduğu bu ilçe merkezinde, bir tarafta uluslararası bağlantıları olan, ekonomik yönden daha güçlü, ev ve tarla sahibi, ticaret ve sanat yaşamını elinde tutan Rumlar ile diğer tarafta dünyaya kapalı, hayvancılıkla uğraşan, çoğunluğu göçer Türkler, birlikte yaşamaktadır.

Rumlar, liman çevresinde otururlar. Yapı ustası, demirci, kalaycı, fırıncı, ayakkabıcı, fes kalıpçısı, boyacı, berber, meyhaneci hepsi onlardan. Bazı Rum tüccarlar, Kıbrıs’tan fasulye tohumu getirip yarıya ektirirler. Sonra da ürünleri dışarıya pazarlarlar. Kasabanın tek değirmeni de onların elinde. Liman çevresindeki çok sayıda mağaza da Rumlara ait.

Göçerlikten yerleşik düzene geçmeye çalışan Türkler, Hacıbahattin’in batısında büyük bir köy kurarlar, adına da Purgulu derler; tarım ve hayvancılıkla geçinirler. Dağlık yörelerde yaşayan göçebe halkın hayvansal ürünleri ile tabiatın sunduğu keçiboynuzu, meşe palamudu gibi orman ürünler kasabaya getirilir, Rumlar tarafından dış pazarlara satılır.

Savaş korkusu ve sahilin tehlikeli olmaya başlaması üzerine, 1915 yılında Kaymakamlığın Gilindire’den Gülnar’a taşınma macerası başlar. Birçok köyün Kaymakamlığı kabul etmemesi üzerine, Yörüklerin alış veriş yaptıkları Hanaypazarı’nda hükümet çadırları kurulur ve burası Gülnar İlçesi’nin merkezi yapılır. Bunun üzerine Gilindireli tüccarların bir kısmı oraya göçer.

1920’li yılların ortalarında Rumlar Gilindire’den ayrılınca, nüfus daha da azalır. Onlardan kalan ev ve tarlalar Maliye aracılığı ile satılır. Dışarıdan gelenler veya parası olanlar Hazine’ye kalan Rum evleri ve tarlalarını 1930’dan itibaren taksitle satın almaya başlarlar. Hazine, satılan taşınmazın taksitini yatıramayanlardan onları geri alarak ikinci bir ihaleyle başkalarına satar.

Rumların göçüyle birlikte, Gilindire’deki ekonomik işleyiş de değişime uğrar. Ticaret ve sanatla uğraşmak Türklere düşer. Bunun sonucu kentin ekonomik yapısı değişir. Dış ticaret hemen hemen durma noktasına gelir. On beş ya da yirmi günde bir uğrayan gemiler açıkta demirler, yörenin ihtiyacı olan tekel maddesi, diri tuz ve gazyağı getirir; meşe palamudu, kuru üzüm, keçiboynuzu, yağ, arpa, buğday, üzüm, fıstık ve yolcu alıp giderler. Yelkenli tekneler ise yılda bir ya da iki kez gelip canlı küçükbaş hayvanları İstanbul’a götürür. Tüm bunlar gemi ve teknelere küçük sandallarla taşınır. Bu faaliyet, kayık sahipleri ve çalışanların yanında hamallar için de önemli bir gelir kaynağıdır.

Halikarnas Balıkçısı’nın Deniz Gurbetçileri adlı romanında anlattığı gibi, Antalya ya da Mersin’e karayolu ile ulaşım oldukça güçtür: “Kentte (Gilindire’de) bir tüfekçi buldular. Bir eski tüfek namlusundan bir parça kestirmeyi düşündüler. Ama eni uymadı. Çatlağı onarmak için kaynak lazımdı. Kaynağı ya Mersin ya da Antalya’da yapabilirlerdi. O parça alınıp, karadan atla mı, deveyle mi ta o söylenen kentlere götürülüp onarılmalı sonra da gene eşekle mi atla mı, deveyle mi Gilindire’ye getirilmeliydi. Bu olacak iş değildi…”

Gilindirelide ticaret ile uğraşmak için yeterli sermaye de olmayınca, Mersin ya da başka yerlerdeki tüccarlar adına mal alınır ve gemilerle yollanır. Biraz parası olan ya da veresiye mal alıp ödemeye çalışan tüccarlar oluşmaya başlar ama limanın olmayışı, yükleme zorluğu ve maliyet artışı sonucu deniz ticareti de yapılamaz olur. Sulak arazinin olmaması halkı, hayvancılık yapmaya ya da arpa, buğday, mercimek ekmeye zorlar. Halkın yazları yaylaya gitmesi ile de nahiye terkedilmiş bir hayalet kente dönüşür.

1963-1964 yılları arasında, iş makineleri çalışmaya başlar Gilindire’de. Eski ve dar olan yol genişletilirken, deniz kenarındaki çok sayıda eski bina yıkımdan nasibini alır. Açılan bu yol binaların bir kısmına mezar olur, bir kısmını da Akdeniz'in mavi sularına iteleyiverir. Binaların yerine de kalın bir duvar çekilir. Gilindire bir deprem yaşar adeta.

1964 yılında, Soğuksu’dan Gilindire’ye bir kanal yapılır ve yıllardır boşu boşuna denize akıp giden Soğuksu Deresi’nden 40-50 metre yükseklikteki bu kanala su pompalanır. Gilindire’nin çorak arazilerinde artık güller açar. Bereketli topraklarda sera yapıp turfanda sebze yetiştirmek üzere nahiyeye büyük bir göç başlar.

1960 Devrimi’nden sonra başlatılan köy ve kasaba adlarının değiştirilmesi furyasında, bu küçücük balıkçı kasabasına da 1965 yılında tarihi geçmişiyle hiçbir ilgisi olmayan Aydıncık adı verilir. Artık resmen kullanılmayan Gilindire adı da tapu kayıtları, nüfus cüzdanları, diplomalar, kitaplar ve anılarda kalır.

Gülnar ilçesine bağlı, sırtı dağ, önü deniz küçük bir bucak olan Aydıncık’ta, 1972 yılında İskele Belediyesi kurulur. Aydıncık, elektriğe Mart 1980 ve evlerde içme suyuna Mayıs 1984 tarihinde kavuşur.

Aydıncık 3392 sayılı kanuna göre 19.6.1987 tarihinde İçel iline bağlı bir ilçe olur. Ayrıca bu kanunla İskele Belediyesi’nin adı da Aydıncık Belediyesi’ne dönüştürülür.