KELENDERİS'TEN AYDINCIK'A

KELENDERİS'TEN AYDINCIK'A

30 Aralık 2010 Perşembe

Mustafa B.Yalçıner Aalen-Antakya Kültür Derneği Etkinliği'nde

ŞAİR BULUT'A ANMA...




Antakya-Aalen Derneği girişim ile geçtiğimiz hafta sonunda ilimizde 25 yıl önce hayatını kaybeden ünlü şair-yazar Abdulkadir Bulut saygıyla anıldı. Cumartesi günü Ticaret Odası salonunda bir grup şair, edebiyat ve yazar dostunun katıldığı etkinliğe katılmak üzere ilimize gelen şair-yazar “Mustafa Yalçıner, Saadet Bilir ile Ali Bilir” görüşlerini duygularını izlenimlerin aktardılar. Yazarların kitaplarını da imzaladığı ve katılımcılarla paylaştığı dernek üyesi Gülnaz Nurlu'nun moderatörlüğünde gerçekleşen etkinliğin girişimini yapan dernek başkanı Mehmet Karasu, bu tür etkinliklerini devam edeceğini duyurdu.

http://www.antakya.com/index.php?option=com_content&view=article&id=3496:aalen-antakya-dernei-etkinlii&catid=39:gundem 21 Aralık 2010, Salı

ŞAİR VE YAZAR ABDÜLKADİR BULUT ÖLÜMÜNÜN 25.YILINDA
ETKİNLİKLERLE ANILDI
Türkiye Yazarlar Sendikası Antakya Şubesi ve Aalen Antakya Kültür Derneği'nin birlikte düzenledikleri etkinlikte şair ve yazar Abdülkadir Bulut'u ölümünün 25. yıl dönümünde andılar. 

Antakya Ticaret ve Sanayi Odası Toplantı Salonu'nda düzenlenen anma etkinliğinde Yazar Mustafa Yalçıner ''öyküde mekan'' Saadet Bilir ve Ali Bilir de şair ve yazar Bulut'un yaşamı, yazarlığı ve edebiyata katkıları hakkında bilgiler verdi.

1943 yılında Mersin'in Anamur ilçesinde doğan Abdülkadir Bulut, ilk ve ortaokulu Anamur'da bitirdikten sonra Akşehir Öğretmen Okulu'na girdi ve bu okuldan 1961 yılında mezun oldu. Anamur, Hatay'ın Kırıkhan ilçesi ve İstanbul'da öğretmenlik yaptı. 8 Ağustos 1985 günü Silifke'den Anamur'a giderken dolmuş minibüsün kapısının açılmasıyla araçtan düşerek hayatını kaybetti.

Bulut, Milliyet Sanat Dergisi'nin açtığı ''1974'ün En Başarılı Genç Şairi'' yarışmasında ''1974'ün övgüye değer şairlerinden'' birisi olarak ödül almıştı.

http://www.hatayrehberim.org/haberler-2374-1-Kultur_Sanat_SAIR_VE_YAZAR_ABDULKADIR_BULUT_OLUMUNUN_25_YILINDA_ETKINLIKLERLE_ANILDI.html 18.12.2010



ABDÜLKADİR BULUT'U ANMA ETKİNLİĞİ




Türkiye Yazarlar Sendikası Antakya Şubesi ile Aalen Antakya Kültür Derneği; ölümünün 25. yıl dönümü nedeni ile “Abdulkadir Bulut’u anma etkinliği” düzenledi.

Türkiye Yazarlar Sendikası Antakya Şubesi ile Aalen Antakya Kültür Derneği Başkanı Mehmet Karasu, öğretmenlerin örgütlenmesine büyük katkılar sağlayan Yazar Abdulkadir Bulut’un yeteri kadar tanıtılamadığını belitti. Antakya Ticaret ve Sanayi Odası Konferans Salonu’nda düzenlenen Abdulkadir Bulut’u anma etkinliğinde yapılan söyleşiye Yazar Mustafa B. Yalçıner, Yazar F. Saadet Bilir ve Yazar Ali F. Bilir konuşmacı olarak katıldılar.

Düzenlenen söyleşide Yazar Mustafa B. Yalçıner, öyküde mekan ve kendi öykülerine mekan oluşturan Taşeli Yöresi hakkında bilgi verirken, Yazar F. Saadet Bilir ile Yazar Ali F. Bilir Abdulkadir Bulut’un hayatı ve yazarlığı hakkında bilgi verdiler.

13 Ekim 2010 Çarşamba

YAZILARIMDAN BAZILARI

SABAHATTİN ALİ’NİN
DEĞİRMEN ÖYKÜSÜNDE MEKÂN
Mustafa B. YALÇINER

Öyküde mekân, yazar tarafından kurgulanmış, olay ve kahraman için gerekli bir coğrafyadır. Bu coğrafya, fizikî olduğu kadar da beşerîdir ve yüzey şekilleri, bitki örtüsü, iklimi, insanları, onların davranışları, yaşantıları, gelenek ve görenekleri hakkında bilgiler verir. Bu coğrafyada geçen yer adları, bitki ve hayvan türleri, insanların giyim kuşamıyla kullandığı dil okuyucuyu belli bir bölgeye hatta bir kente ya da köye götürebilir. Ancak yazarın yarattığı ile okuyucunun bildiği coğrafya örtüşmeyebilir. Yazar bilinen coğrafyadan bazı öğeleri alabilir ya da tutarlı olmak koşuluyla orada bulunmayanları da ekleyebilir. Dolayısıyla yazarın yarattığı mekân, okuyucunun bildiği mekândan farklı olabilir.

Öyküde mekân, genellikle dış yaklaşımla incelmiştir. Bir başka deyişle mekân öykünün dışında tutulmuş, ona tarihi, coğrafik ve sosyolojik açıdan bakılmıştır. Öykünün geçtiği yer ile yazarın yaşamı arasındaki ilişkiler, benzerlikler araştırılmış ve mekân, olayın geçtiği coğrafya hakkında çeşitli bilgiler içeren bir doküman olarak ele alınmıştır.

Oysa mekâna iç yaklaşımla bakılırsa, görülecektir ki onun öyküde yapıcı bir işlevi vardır. Mekânla ilgili bütün bilgiler, okurun öykü kahramanı tanımasına, onun duygularını, ruh halini belki de sırlarını öğrenmesine yardımcı olur. Mekândaki açık/kapalı; alçak/yüksek; yatay/dikey karşıtlıklar, kişilerin hareket alanı yani inişler çıkışlar, bulundukları yerin darlığı ya da genişliği, hava durumu, olay zamanında (gece/gündüz; yaz/kış) kullanılan imgelerin bir anlamı vardır. Bu bakımdan öykünün anlamının kavrandığı yerdir, mekân. O, bir eğretileme sanatıdır. Dolayısıyla bir belge olarak görülmemelidir.

Emile Zola, “Kişi mekânından ayrı düşünülemez; elbisesi, evi, yaşadığı köy ya da kasaba hatta bölgesi etkiler onun davranışını” demiştir. Kahramanın davranışı, iç dünyası, işte bu mekân yardımıyla anlaşılır. Betimlenen çevre, okuyucunun dikkatini kahramanın kişiliğine çeker ve olaya bir sahne olmaktan öte öykünün mesajının anlaşılmasına yardımcı olur. İklim, mevsim, gece, gündüz kısacası sahnenin dekorunu oluşturan her şey, okuyucunun, tanık olduğu söz ve hareketlerin gücünü ve anlamını yakalamasına yardımcı olur.

Mekân, zaman, olay ve kişiler gibi, öykü sisteminin bir parçasıdır. Bu dört öğe, sistem içerisinde aynı düzeydedir ve aralarında yatay bir ilişki vardır. Dolayısıyla mekân diğer öğeleri etkilediği gibi onlardan da etkilenir. Ayrıca öyküde egemen durumunda olan, öykünün anlamı, vermek istediği mesajı, yazılma nedeni diyebileceğimiz öykünün düzenleyici merkezine de doğrudan doğruya dikey bir ilişki ile bağlıdır. Bazı öykülerde mekânın öykünün düzenleyici merkeziyle tematik ilişki içerisinde olduğunu da görürüz.

Şimdi böyle bir yaklaşımla Sabahattin Ali’nin Değirmen adlı öyküsünde mekânı incelemeye çalışalım:

Değirmen, bir aşk öyküsüdür. Aşk ise öykünün başlarında şöyle tanımlanır: “Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu? … Aşk sana bunları yaptırabiliyor mu? İşte o zaman sana seviyorsun derim…”

Aynı sayfada bir başka cümleyle de pekiştirilir bu sav: “Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun…”

Öykü bir aşk tanımıyla da son bulur: “Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül edemeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.”

Değirmen’in düzenleyici merkezi, işte bu tümcelerle kendini gün ışığına çıkarmaktadır. Öykü bu merkezden hareketle kurgulanmış, görev dağılımı da buna göre yapılmıştır.

Öykünün erkek kahramanı, yağız tenli, kara saçlı, kara gözlü, geniş omuzlu Atmaca, öğrenim görmüş, nota bilen, konaklarda klarnet çalmış bir Çingene delikanlısıdır. Peşinden onlarca güzel kadın ya da kız koşmuş olmasına karşın hiçbirine dönüp bakmamıştır. İlkbaharda (“… -karların erimeye başladığı meysimdeydi-…”) Atmaca, bir değirmenci kızına sevdalanır. Bu köylü kızı, küçükken sağ kolunu değirmenin çarkına kaptırmış, ihtiyar babasıyla yaşamaktadır. Düğünlere gidip oynamamış, taydaşları derede yüzerken, onlara katılmamış, sürekli ayıbını saklamaya çalışmış. Aslında değirmencinin kızı da sevmektedir Atmaca’yı ama tek kollu olmasını birleşmelerine bir engel olarak görür:

“… Düşün ki, her karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle rezil etmek ister misin? Bırak beni, ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım, sen de bir daha buralara uğrama. Bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni inandırmaya kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan git!..”

Atmaca’nın kanatları düşüyor. “Hiç kimseyle konuşmuyor, düğünlere gitmiyor, zeytinlerin altında tek başına çalıyordu. Ama geceleri çınarın altında adamakıllı coşar, gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi…”

Değirmen öyküsünde mekân, bir dere ile su değirmenidir. Olayın en gergin anıysa değirmende geçer. “Değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı. Sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler oynatıyordu. Bütün gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi: Kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken Atmaca çalmaya başlamıştı.”

“…dışarıda fırtına arttıkça atmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu…” Yağmur hızlanıyor, arkası arkasına yıldırım düşüyor. Gök durmadan gürlüyor. Fırtına daha da hiddetli esiyor, rüzgâr ıslak kamçısını şaklatıyor duvarlarda. İçeriden ve dışarıdan gelen gürültü, insanı çıldırtacak şekilde gittikçe artıyor. Mekân daralıyor. Çarklar, taşlar, kayışlar büyük bir gürültüyle dönüyor. Onlarca gürültü sözleşip gelmiş sanki değirmene.

Tüm bu gürültüler, aslında, Atmaca’nın iç dünyasının söylenmemiş şarkısıdır. Onun ruh halini yalnızca betimlenen fiziki çevre değil aynı zamanda çaldığı parçalar da açıklıyor. “Ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmaya bizim kullandığımız kelimelerin takati yoktur… Bazen okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi… Fakat derhal yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline geliyordu.”

İşte o gece Atmaca, değirmende klarnet çalarken olan oluyor. “Gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı. Bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık, sonra delice bağırarak arkasından koştuk… Sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu…”

Mekân olarak seçilen dere, Atmaca’nın yaşam öyküsü gibi akıyor: Durgunluk, hareket ve cılızlaşma, hem çayda var hem de Atmaca’nın yaşamında.

“ Tavuslara, sülünlere bakmaya tenezzül etmeyen yabani kuş, kanadı kırık bir çulluğun şikârı (avı) olmuştu.” İşte o andan itibaren bir hareketlilik göze çarpıyor Atmaca’nın yaşamında, tıpkı başlangıcı durgun olan derenin daha sonra çağlamaya başlaması gibi. “Ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu…”

Değirmenden sonra azalıyor derenin suyu. “… Bir gece onu (Atmaca’yı) çağırdım, derenin alt başına gittik, kavak fidanlarının arasına oturduk. Çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir kurbağa sesinden başka hiçbir ses duyulmuyordu.”

Öykünün anlamı, olayla verilmeye çalışılmışsa da manzarayla, çevredeki nesnelerle de kendini duyumsatmaktadır. Değirmen’de, olay anı hazırlanırken kullanılan sözcüklerin şiirselliği de bir hayli katkıda bulunuyor öykünün güzelliğine. “İçeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor, birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu…” Bu cümlede kullanılan üç yüklem (homurdanmak, şaklamak, gıcırdamak) ses çıkarıyor adeta; sert ünsüzlerden Ç,4; K,5; T,4; Ş ise 5 kez yineleniyor.

Öyküde, her nedense olaya daha çok önem verilir. Oysa öykü bir sistemdir ve bu sistemi oluşturan başka öğeler de vardır. Bunlardan birini ya da birkaçını ön plana çıkararak yalnızca onun ya da onların üstünde durmak, diğerlerine üvey evlat muamelesi yapmak olmaz mı?

Oysa öyküyü, öğeleri arasındaki yatay ve dikey ilişkiler ağını çözerek, dilin nasıl kullanıldığına, çıkarımlara, anıştırmalara dikkat ederek okumak, büyük haz verir iyi bir okuyucuya.

Afrodisyas-sanat
EDEBİYAT, SANAT VE KÜLTÜR DERGİSİ
OCAK-ŞUBAT 2010

****
ADONİS VE HYAKİNTHOS YÖRÜK YURDUNDA
Mustafa B. YALÇINER

Bahar gelince oturamam evde. İçimdeki çocuk gıdıklar, “Haydi, dağlara çıkalım” der durmadan. İşte tam bu sırada, Toroslar’dan “Haydi, misafirim ol” diyen bir ses gelir yankılanarak kulaklarıma. Dayanamam ben de. Elimde fotoğraf makinesi, atarım kendimi dışarıya. Çocuk ve ben bineriz arabaya, koyuluruz yola.

İşte yine geldi bahar. Isındı toprak ana. Ağaçlar, çalılar rengârenk. Badem ağaçları bembeyaz, deve azganları ise sarı gelinlik giymiş; düğün var sanki doğada. Domuz baklası mor, salepse beyaz ya da pembe çiçekleriyle sergiliyor tüm güzelliklerini.

Dağlardayız; Yörük Tepe tarafında, arabayı park edip yürüyoruz. İçimdeki çocuk, ipinden boşanmış dana gibi koşup duruyor kırda.

Bitkiler podyuma çıkmış. Adamotları, kimi beyaz kimi mor çiçekleriyle, sere serpe uzanıvermiş toprağa. Orhan Veli’nin dediği gibi “Olmaz ki, böyle de yatılmaz ki!”

Taşların arasında emzikotları takmış mor, beyaz, kırmızı küpelerini. Çekip alıyorum birini. Somuruyorum. Balı akıyor ağzıma.

Oğlak melemeleri, çan sesleri geliyor kulağıma. Boynunda çaprazıyla bir çoban köpeği, havlayarak bize doğru koşuyor. Çakılıp kalıyorum olduğum yere. Çocuk da korkuyor.
Bir Yörük kızı, bağırıyor köpeğine. Böyle bir mayanın sözünden çıkar mı hiç o hırçın, saldırgan bekçi? Koca karabaş, süt dökmüş kediye dönüyor.

“Merhaba” diyorum al yanaklı çoban kıza. “Merhaba, Hocam” diye yanıtlıyor. “Geçen sefer çektiğin fotoğrafımı getirdin mi” diye soruyor. Getirmedim. Seni burada bulacağım aklımın ucundan bile geçmedi ama söz veriyorum, onu sana ulaştıracağım. “Beklerim, valla” dedikten sonra koşuyor oğlakların peşinden.

Tanrı Adonis sanki burada yaralanmış. Kıpkırmızı dağlaleleri karşılıyor bizi. Sana dağlalesinin öyküsünü anlatayım mı, diyorum çocuğa. “Haydi, haydi” diyor o da.

Güzeller güzeli Afrodit, Adonis’e âşık olur ve onunla dağda, ormanda gezmeye başlar. Afrodit’in kocası Ares, bu yakışıklı delikanlıyı çok kıskanır.

Bir gün, Afrodit şerefine düzenlenen bir av partisinde, Ares bir yabandomuzu salar Adonis’in üzerine. Hayvan yaralar onu. Ölümle pençeleşir Adonis. Afrodit de onu kollarına alır ve sağaltmak üzere götürürken damlayan kanlar, dağlalelerine dönüşür.

Koparıp inceliyorum lalelerden birini. Gövdesini dairevi şekilde saran ve yüksüğü andıran yaprakların arasından yükseliyor sürgünü. Çiçek, bu sürgünün ucunda açmış. Taçyapraklarının, üreme organının hizasına kadar olan kısmı sütbeyaz, geriye kalan kısmıysa kan kırmızı. İrice birinin fotoğrafını çektikten sonra bakıyorum çevreme acaba Afrodit hâlâ oralarda mı diye. Güzel bir Yörük kızı görüyorum, bana bakıyor. Allı pullu yazması ve rengârenk elbisesiyle. Merak ediyor ne yaptığımı. Senin de bir fotoğrafını çekeyim mi deyince, keklik gibi sekerek uzaklaşıyor oradan, koşuyor ileride yayılan develerinin yanına.

Biniyoruz artık arabaya. Binlerce çiçeği bağrına basan Yörük Tepe’nin “Güle güle. Söyleyin başkalarına, onlar da gelip bir çiçeğimi koklasın” diyen sesi yayılıyor arkamızdan, dalga dalga.
Gülnar tarafına gidiyoruz. Yol boyunca, kesilmiş çamlar. Onlarca çam kese böceği var ayakta kalanlarda. Sararmış ağaçlar, alaz yalayıp geçmiş sanki!

Tırmanıyoruz Sele yokuşunda. Zeytinli dönmedeki küçük, taşlı ve kumlu, bol güneş alan bir yakada domuz baklaları. Acıbakla diyenler de var adına. Beş yaprağıyla, bir eli andırıyor. Ucu kuş gagası şeklinde mor çiçek açmış. Onların da birkaçı giriyor fotoğraf makinesine.

Sele’de yol boyu papatyalar dizili, bakan karşılayan ilkokul çocukları gibi. İlerliyoruz biraz daha. Köyün gömütlüğüne varınca, sağa sapıyoruz, Eskiyörük Köyü’ne doğru. Arazi, engebeli ve taşlık. Boşuna dememişler Taşeli diye. Eskiyörük’ü de geçiyoruz. Makilerin arasında keçiler yayılıyor, gökyüzündeyse küme küme koyunlar.

Küçücük sekilerde mor sümbüller açmış. “Dur” diyor çocuk “inelim, şu pırnalların arasındaki sümbülü koparıp koklayayım. Çekiyorum arabayı yolun iyice sağına. İniyoruz. Ben, elimde bir sümbül koklayarak çıkıyorum bir kayaya ve oturuyorum. Hafiften bir lodos esmeye başlıyor. Denizden gelen yosun kokusu karışıyor sümbül kokusuna. Ta uzaktaki tarlada sümbül yolan iki erkek ile bir de güneybatıdan gelen yel, sümbülün yaratılış öyküsünü getiriyor aklıma.

Tam o sırada da, “Sümbülün öyküsü yok mu” diye soruyor çocuk. Ben de anlatıyorum: Mitolojiye göre Hyakinthos, çok yakışıklı, ölümlü bir delikanlıdır. Onun güzelliğine hayran kalan Apollon, ona yürekten bağlanır ve arkadaşlık teklif eder. Hyakinthos da bu arkadaşlığı kabul eder. Ne var ki Meltem Tanrısı Zefiros da vurgundur delikanlıya. Ama Hyakinthos, Zefiros’u reddeder. Bunun üzerine Zefiros deliye döner. Onun Apollon ile olan sıkı fıkı dostluğuna dayanamaz, kıskançlığından kudurmak üzeredir.
Bir gün Apollon ile Hyakinthos disk atarlarken, Zefiros, Apollon’nun fırlattığı diski üfleyerek Hyakinthos’un başına çarptırır. Delikanlı da oracıkta ölür. Çok üzülen, umarsız Apollon, sevgili arkadaşını bir çiçeğe, sümbüle dönüştürür.

Acı bir çığlık atıyor çocuk. “Parmağım kanıyor” diye bağırıyor avaz avaz, “ burada ya bir yabandomuzu var ya da elime disk çarptı.” Geliyor yanıma ağlayarak. Bakıyorum bir pırnal meşesinin dikeni batmış eline. Çekip çıkarıyorum onu. Öp şimdi parmağını, geçer acısı diyorum. Çocuk da karşı gelmiyor.

Elimizde birer demet sümbülle arabaya binecekken, bir badem çiçeği konuyor kapı koluna. Elime alınca, dile geliyor çiçek: “Birkaç gün sonra gel de Agdistis’ten de söz et. Ayrıca meşenin de selamı var, o da yakında göverecekmiş. Filemon ve eşi Bosis (Baucis) sizi bekliyormuş.”
Sen de onlara selam söyle. Söz, yine geleceğiz, diyorum…
AFRODİSYAS-SANAT 16. SAYISI (Temmuz-Ağustos 2009)
***
PASAPORTSUZ SÖZCÜKLER
Mustafa B. YALÇINER

Bir sözcüğün madeni paranınki gibi ön ve arka yüzü vardır. Dilbilimciler yazılı ya da sözlü olan yüzüne gösteren, gösterenin uyandırdığı arka yüzündeki kavrama gösterilen, ikisine birden de gösterge derler.
Diller arasında bir gezintiye çıkıldığı zaman, bir dil ile bir başkasında gösteren ve gösterilenin bazen aynı olduğu görülür. Bu durumda söz konusu gösterge bir dilden ötekine geçmiş demektir. Bu da genellikle daha önceden kültüründe olmayan dile doğru olur. Futbol, kravat, petrol, tren, vb gibi.
Bazen ise geçiş sırasında gösteren değişmezken, gösterilen (kavram) farklılaşabilir. Fransızca’dan fular ve eşarp diye iki sözcük almışız. Gösterenleri aynı ama her ikisinin de gösterilenleri farklı girmiş dilimize. Fular Türkçe’de “boyna bağlanan, bir tür ince ipek kumaştır”; eşarp ise başörtüsüdür. Ayrıca bizim kültürümüzde fuları erkekler, eşarbı bayanlar kullanır. Oysa Fransızlar fuları başa, eşarbı boyna bağlar. Bu nedenle de türban ya da başörtüsüne “ İslam fuları” derler. Bu durumda bir Fransız erkeğin Türkiye’de bir mağazaya gidip eşarp istemesi, satıcıda nasıl bir yüz ifadesi oluşturur acaba?
Kültürümüzde yeni bir kavram yani gösterilen oluşur ama onu uyandıracak gösteren henüz yoksa ona Türkçe bir ad koymak yerine yabancı dilin birinden, genellikle de söyleyiş bakımından daha kolay geldiği için Fransızca’dan, gösterini alıveriyoruz. Halk da onun söyleyişini biraz bozuyor ve ortaya kökeni belirsiz bir sözcük çıkıyor. Örnek verecek olursak: “Kanalizasyona inmek ve tıkanıklığı gidermek üzere yapılmış özel baca” gösterilen olarak var ama göstereni yok. İşin kolayına kaçmışız ve Fransızca’dan “rögar” sözcüğünü almışız. Bilindiği gibi Ural/Altay dil grubunda L ve R seslerinin ayırt edici özelliği yoktur ve birbirinin yerine rahatlıkla kullanılır. Türkçe de bu dil grubundan olduğu için halk ağzında “rögar” önce “lögar” ardından da ses uyumuna göre “ logar” olup çıkmış. Zahmet edip ona Türkçe bir gösteren bulsaydık, şimdi rögar mı yoksa logar mı diyeceğiz sorusunu sormazdık.
Yine kültürümüzde birkaç katlı ve her katında bir veya birkaç daire bulunan yapılar oluşmaya başlamıştı ve bu kavrama da bir gösterge gerekliydi. Fransızca “apartman” sözcüğünü alıp kullanmaya başladık. Ancak apartman sözcüğünün kavramı da net değil. “ Kiralık apartman” yazısından ne anlayacağız? Birkaç katlı bina mı yoksa içerisindeki bir daire mi kiralık?
Yabancı dilden sözcük ithali yalnızca bize özgü değil. Fransızlar da Türkçe’den bahşiş kelimesini alıp bakchich (bakşiş) yapmışlar ama gösterilenini çok değiştirmişler ve “Yaptırılmak istenen bir işte yasa dışı kolaylık ve çabukluk sağlanması için bir kimseye mal veya para olarak sağlanan çıkar” kavramını yüklemişler. Göstereni bahşiş gösterileni ise rüşvet olmuş.
İşin ilginç yanı bir dilin bir başkasına sözcüğünü verdikten sonra aynı sözcüğü o dilden gösteren ve gösterileni farklı bir şekilde geri almasıdır. İngilizler bakmış ki Fransız erkeği ilgi duyduğu kadına çiçek veriyor. Bunun üzerine Fransızca flör ( çiçek) sözcüğünü kadınla erkek arasındaki duygusal ilişki ya da birbirine karşı duygusal ilgisi olan kadın ve erkek yerine kullanmak üzere flört yapmışlar. Fransızlar da aynı sözcüğü alıp flört yapmak anlamına flörte diye bir fiil türetmiş.
Yine Fransızlar turunçgillerden meyvesi hamken küçük yeşil bir portakalı andıran ama olgunlaşınca sararan, kesildiği zaman içi yeşilimsi tadı acı, meyvesinin kabuklarından reçel yapılan ve esans çıkarılan bir ağaç tanımışlar. Adına da bergamot (Citrus bergamia) demişler. Batılı bazı kaynaklara göre bergamot, Türkçe “ bey armudu” sözcüğünün bozulması sonucu ortaya çıkmış. İşte biz de bey armudunu vermiş ve onu bergamot (halk ağzında bergamut) olarak geri almışız.
Bu sözcük geçişleri bir dereceye kadar kabul görebilir. Ancak bunun da bir sınırı vardır. Pasaportu olmayan ya da pasaportu olduğu halde bazı ülkeler için vize alamamış bir kişi nasıl yabancı bir ülkeye giremiyorsa, bir sözcük de sınırdan sorgusuz sualsiz girememelidir. Önlem sınırda alınır, ülke içerisine girip halkın diline sızmışsa ve toplum onu benimsemişse, artık o sözcük için yapılacak bir şey kalmaz. Dil gümrükçülerimiz görevini yapmazsa, bir gün gelir çoğunluktan azınlığa düşeriz. En sonunda da güzelim Türkçe kirlenme, yabancılaşma ve yozlaşmayla yok olur gider. Dili kaybolan bir ulusun vatanı kalır mı acaba?

ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ DİL DERNEĞİ'NİN AYLIK DİL VE YAZIN DERGİSİ
Sayı: 225 / Kasım 2006

***

DİLİMİZDE BİR KILÇIK: “-N” ÜNSÜZÜ
Mustafa B.Yalçıner

Bilindiği gibi Türkçemizde iki ünlü arasına giren ünsüzlere “kaynaştırma” ünsüzleri denir ve bu sesler “-n”, “-s”, “-ş” ve “-y” olmak üzere dört tanedir. “-N” ünsüzü üzerinde durmak istediğim bu çalışmanın bir bölümünde söz konusu ünsüz, “Arapaşından biraz daha alabilir miyim” örneğinde olduğu gibi kaynaştırma görevini üstlenmediği için terim kargaşasına yol açmaması bakımından, “kaynaştırma” sözcüğünü özellikle kullanmadığımı belirtmek isterim.
“-N” ünsüzünün kullanıldığı yerler:
1- “Bu”, “şu” ve “o” adılları bir ad durum eki alacağı zaman “-n” ünsüzü, adıl ile ek arasına girer. Örnek: “O+n+a bu+n+u ben söyleyeceğim.”
2- Ünlü ile biten bir sözcük, “-in” ilgi eki alacağı zaman sözcük ile ek arasına “-n” ünsüzü girer. Örnek: “Çanta+n+ın sapı elimde kaldı.”
3- Bir ad durum eki, iyelik eki almış bir sözcükten sonra gelecekse, bu sözcüğe önce “-n” ünsüzü, ardından da ad durum eki getirilir. Örnek: “Ali’nin terbiyesizliği+n+i babası+n+a siz söyleyiniz.”

“-N” ünsüzü, kullanıldığı birinci ve ikinci konumlarda dilimizde sorun yaratmazken üçüncüsünde ara sıra kılçık olup durmadan batıyor. Bazı yazarların, bazı televizyon sunucuların ya da yayına katılan konuşmacılarının bir bölümünün “-n” ünsüzünü yanlış kullandıklarına tanık oluyoruz.

Örneklemek gerekirse, sis nedeniyle tıkanan trafik için televizyon kanallarından birinde sunucu, “ Trafik, yoğun sis nedeniyle Kocaeli’nde tıkandı” bir başkasındaki ise “Trafik, yoğun sis nedeniyle Kocaeli’de tıkandı” diyor. Yine televizyon kanalının birçoğunda “ Sayın Kadıoğlu’ya soralım” ya da “Sayın Kurtoğlu’ndan alalım sorunun cevabını” ya da “ Bu şarkıyı bir de Bayrakoğlu’dan dinleyelim” türünden cümleleri sıkça duymaya başladık. Gazetelerden biri “ Beyoğlu’ndaki yangın kısa zamanda kontrol adlına alındı,” diğeri ise “ Beyoğlu’daki yangın kısa zamanda kontrol adlına alındı” diye yazıyor. Bir gazete,“Hindistan'da danslarıyla tanınan Tanyeli'ye, 'Avare' filminin unutulmaz aktörü Raj Kapoor'un film şirketinden başrol önerildi” yazdı.

“Gece yarısı Taşucu’ya vardık”/ “Gece yarısı Taşucu’na vardık” cümlelerinden hangisi doğru? “Kızım, Kırklareli’ye atandı,” mı diyeceğiz yoksa “Kızım, Kırklareli’ne atandı”mı? “Ben yasemini değil, hanımeliyi seviyorum,”/ “Ben yasemini değil, hanımelini seviyorum” cümlelerinin hangisi doğru sayılacak?

Bu sorulara yanıt verebilmek ve dilimizdeki bu kılçığı ayıklamak için önce “Kuşadası” sözcüğünü inceleyelim. Kuş+ada+s+ı ad öbeğinde, kuş ve ada ad, “-s” kaynaştırma ünsüzü, “-ı” ise iyelik ekidir. İyelik eki alan sözcükten sonra “-n” ünsüzünün kullanıldığı sıkça görülüyor. Bu nedenle bence “Bu yaz Kuşadası’ya gittik” değil, “Bu yaz Kuşadası’na gittik” doğru olacaktır. Aynı şekilde Taş+uc+u da bir ad tamlamasıdır. Dolayısıyla “Gece yarısı Taşucu’na vardık” demek gerekiyor. “Ben, onun arabasına bir daha binmem”, “Yapımcı, filmin çekimleri için Osmaneli’ni tercih ediyor”, “Taşucu’nda çalınan araba, Kızkalesi’nde bulundu”, “Karagöz’ün heykeli Kırklareli’ne dikildi”, “Başucundaki kitabı aldı” gibi cümlelere bakıldığı zaman “-n” ünsüzünün iyelik eki almış sözcüklerden sonra geldiği görülmektedir.

Ayrıca günümüzde birçok kişinin soyadı, Köroğlu, Sarıoğlu, Kocaoğlu, Devecioğlu gibi “-oğlu” ile bitiyor. Soyadı olarak kullanılan bu sözcükler de yapısal bakımdan ad tamlamasıdır. Dolayısıyla “Çapanoğlu’ya” değil “Çapanoğlu’na”, “Kurtoğlu’dan” değil “Kurtoğlu’ndan” denilmesinin doğru olacağı kanaatini taşımaktayım.

Elimdeki sözlüklerden biri, “kahverengi” sözcüğü “-i” ad durum eki alacağı zaman “-y” ünsüzü ile kullanılır diyor, diğeriyse her ikisini de doğru kabul ediyor. Bu durumda “kahverengiyi sevmiyorum” mu yoksa “ Kahverengini sevmiyorum” mu diyeceğiz?

Ayrıca aşçıbaşı ile çarkçıbaşı arasında yapı bakımından nasıl bir ayrım var ki ad durum ekleri, birincisine “-n” ikincisine “–y” alarak eklenecek? Ustabaşı, elebaşı, çeşnicibaşı ve çeribaşı sözcüklerinden sonra “-n” yoksa “-y” mi kullanılacak? Bu sorunun yanıtı ise oldukça ilginç: Anılan dört sözcükten yalnızca “elebaşı”, “-y” ekiyle kullanılıyor. Bu arada onbaşı, yüzbaşı ve binbaşı sözcüklerinin de sadece “-y” ile kullanıldığını belirtelim. Dile gönül verenlerin bile zorlandığı bu konuda, dili yalnızca bir iletişim aracı olarak kullananlar ne yapsın?

Sonu “-eli” ile biten Yusufeli, Türkeli, Taşeli, Osmaneli, Kırklareli vb. yöreler için ad durum ekleri nasıl kullanılacak? Bir başka deyişle “Tunceli’deki çatışma” mı yoksa “Tunceli’ndeki çatışma” mı doğru sayılacak? “Kırklareli’ne” mi yoksa “Kırklareli’ye mi gideceğiz?

Gelecek kuşaklara tertemiz bir dil bayrağı teslim etmek istiyorsak, dilimizdeki bu kılçık ayıklanmalı, bu konu tam bir kurala bağlanmalı ve buna da hiç olmazsa Türkçe sevdalıları kesinlikle uymalıdır diye düşünüyorum.


ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ Sayı: 240 / Şubat 2008

***

AŞAĞI YUKARI
Mustafa B. YALÇINER


Dili bir “dert anlatma” aracı olarak görenler için, önemli olan iletişimin sağlanmasıdır. “Dil yalnızca bir iletişim aracı değildir, onun bir de sanatsal işlevi vardır” diyenler içinse, ne söylendiği kadar nasıl söylendiği de önemlidir.


Ama ne yazık ki son yıllarda bu son gruba girenlerin sayısı hızla azalmaktadır. Kitapları çok satan edebiyatçılarımızın birçoğunun bile dile gereken önemi vermedikleri görülmektedir. Nerede kaldı o dil kuyumcusu yazarlar, şairler, düşünürler demeye başladık.


Gelişmiş ya da gelişmekte olan her toplumda, dil devingendir. Günün koşullarına göre kendi yolunu yine kendisi çizer. Yazar, şair ve düşünürler dilin bir kalıba sokulmasına, biçimlendirilmesine ve zenginleştirilmesine yardımcı olur. Onların bu konudaki işlevleri kesinlikle yadsınamaz.


Durum böyleyken, bir aygıtın tanıtmalığında “Yazın yukarıdan aşağı, kışın da aşağıdan yukarı bir hava akımı sağlar,” tümcesini okudum. Yazınsal kitapların birinde, “Kadın aşağıdan yukarıya seslendi” bir başkasında, “Gözümü yumdum, aşağıdan yukarı elimde taşlarla üzerlerine seğirttim” bir diğerindeyse, “Elini yukarı doğru kaldırdı” yazıyordu.


“Aşağı” ve “yukarı” sözcüklerinin cümle içerisindeki görevlerine bir göz atalım:


“Arkadaşım, aşağı mahallede oturuyordu”, “Amcamlar, Yukarı Ayrancı’ya taşındı” cümlelerinde, iki sözcük de sıfat görevinde olduğu için, yalın haldedir.


“Emir, yukarıdan geldi”, “Ablamlar altlı üstlü oturuyordu; biz aşağıda kaldık, annemler de yukarıda”, “ Sen yukarıyı bırak da aşağıya bak” cümlelerinde geçen “aşağı” ve “yukarı” sözcükleri, yer zarfıdır. Eylemlerin yapısına göre de durum ekleri almıştır.


“Bütçem beş binden yukarısını kaldırmaz”, “Kurbanlıkların en aşağısı, beş yüz liraydı” tümcelerinde, her iki sözcük de ad görevindedir. İşlevlerine göre durum eki almış ya da almamıştır.


Aynı sözcüklerin, dilbilgisel işlevlerinin dışında, “aşağı görmek”, “aşağıdan almak” örneklerinde olduğu gibi bir eylemle birlikte kullanılarak, “birleşik fiil” oluşturduklarına da tanık oluyoruz.


Yine bu iki sözcüğü, deyim ya da atasözü içinde kalıplaşmış biçimde görüyoruz, örneğin “aşağı yukarı”, “gelinim aşağı, gelinim yukarı”, “ (birinden) aşağı kalır yeri olmamak”, “(Birine) yukarıdan bakmak.”


İçinde “aşağı” ya da ” yukarı” sözcükleri geçen ve sıkça duyulan ya da okunan bazı tümceler, dil konusunda duyarlı kişileri ikileme düşürmektedir: “Çıkmak” eylemiyle kullanılan “yukarı” sözcüğü, durum eki alacak mı almayacak mı? Bir başka deyişle “yukarı çıkmak” mı diyeceğiz yoksa “yukarıya çıkmak” mı?


“İnmek” eylemiyle kullanılan “aşağı” sözcüğü için de durum aynı. “Aşağı inmek” mi yoksa “aşağıya inmek” mi olacak?


“Apar topar, birkaç saatte yukarıdan aşağı taşındık” cümlesi mi doğrudur yoksa “apar topar, birkaç saatte yukarıdan aşağıya taşındık” cümlesi mi?


“Elini yukarı doğru kaldırdı” mı yoksa “elini yukarıya doğru kaldırdı” mı diyeceğiz?


Ben, yer zarfı olarak kullanılan “aşağı” ve “yukarı” sözcükleri hal eki almalıdır diye düşünüyorum. Ancak “yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal” örneğinde olduğu gibi, tarihin derinliklerinden günümüze ulaşan atasözlerimizde bu sözcükler nasıl kullanılmışlarsa o haliyle kullanılmaya elbette devam edilecektir.


Bir de bir cümlede “aşağı” ve “yukarı” sözcüklerini açıklayan bir başka yer zarfı kullanılmışsa, bu sözcükler durum eki almayabilir. Örneğin, “yukarı, çalışma odasına çıktı.”


Ama “Yağmur, akşama doğru hız kesti,” tümcesinde “doğru” ilgecinden dolayı, “akşam” sözcüğü “-e” durum eki almıştır. “Yukarı doğru” mu “yukarıya doğru” mu? Buna da kullanıcı karar verecektir.

ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ Sayı: 263 / Ocak 2010
***
KÜLTÜR VE DİL
Mustafa B.YALÇINER

Bir kültürde ne varsa, dilinde de o vardır. Bir başka deyişle dil, kültürün aynasıdır. Kültür devingen olduğu için dil de devingendir. Kültürde gözlenen değişiklikler, zaman içerisinde dilde de kendini duyumsatır. Bu nedenle bir toplumun dili iyi incelenirse, o kültürde yetişen insanların yaşam tarzı, üretim ve tüketim şekli, dünyaya bakışı, düşünce yapısı bir nebze anlaşılır.

Taşeli yöresinde kullanılan, “Kelete enik, sürüye kurt getirir”; “Sürü ters dönünce, topal keçi başa geçer”; “Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur”; “Teke gibi kokmak”; “Karnım tuluk gibi”; “Kurtlu keş”; “Ayranım ekşi diyen olmaz”; “ Lök gibi oturmak”; “Deve yürekli”; “Maya gibi”; “Deve kini”; “Deveyi havudu ile yutmak”; “O adamla arkadaşlık ya da alışveriş etmek, ısırganla kıç silmeye benzer”; “Bu adam, yaralı parmağa çöğdürmez”gibi atasözleri ve deyimlere bakıldığında, bu sözleri bağrından çıkaran insanların yaşamına egemen olan öğeler ile onların yaşam biçimleri hakkında bazı bilgilere ulaşılabilinir.

Taşeli yöresi, Yörük yurdudur. Yörükler, su ve ot peşinde koşan, yazın yaylaya çıkan, kışın sahile inen, hayvanları ile yaşayan konargöçerlerdi. O zamanki Taşeli insanı çadırda yaşar, ayakyolu olarak çalı diplerini seçer ve silinmek için de taş ya da ot kullanırdı. Dağda, ormanda yaşayan bu insanların en büyük sorunlarından biri de suydu. İçme suyunu, tuluklarla getir yine tuluklarda saklarlardı. Gelenek göreneklerine göre de sağaltma yöntemleri uygulamaktaydılar. Yeni kesilen ve kanamakta olan parmağa çöğdürür, diğer yaralarına püse ya da katran sürerdi.

Yörüklerden bazıları zaman içerisinde yerleşik düzene geçti. Kıl çadırı bırakıp yaşamlarını toprak damda sürdüren köylüler, Yörük kardeşlerini küçümsemeye başladılar: “Gün battı, Yörük yattı”; “Dağdan inmiş Yörük, ne erik bilir, ne koruk”; “Yörük ne bilir bayramı, lak lak içer ayranı” ; “Bahçene erik, kapına Yörük dıkma”; “Erikten maşa, Yörük’ten paşa olmaz”; “Kıllı Yörük”; “Ayranı sinekli” gibi bazı atasözleri ve deyimler bu olguyu çok güzel bir şekilde açıklamaktadır.

Yerleşik düzene geçip de ekip dikmeye başlayan köylülerin yeni deyim ve sözcüklere gereksinim duymaları doğaldır. “Dirgeni yiyen sıpa, bir daha gelir mi sapa”; “ Öğünen öküz tarlayı boklar”; “Dah, kara öküz dönüm başına” gibi atasözleri de toprağın işlenmeye başlandığını dönemlere denk düşmeli. Tarla sürerken karasabanın düzgün gitmediğini gören çiftçi, boyunduruk altındaki öküzlerden güçlü olandan yana bir kayış daha atmış. Böylece güçlü öküze daha fazla yük düşmüş. Yörede bugün hâlâ “Kayış atmak” deyimi mecazi olarak kullanılmaktadır.

Yöre kültüründe bir zamanlar akraba evliliği egemendi. Dışarıdan kız alınmamış, dışarıya da kız verilmemiş. Ata yurdu terk edilmemiş. Eğer bir delikanlı bir yabancıyla evlenmiş ve ata yurdundan uzaklaşmışsa, diğerlerine şöyle bir öğüt verilmiş: “Uzaktan alma düveyi, çeker gider boğayı.”Evlilik yaşındaki kızlar ya da evli kadınlar için, mal mülk ikinci plandadır. Önemli olan kocanın mertliği, dürüstlüğü ve çalışkanlığıdır. Bu da şu sözle özetlenmiştir: “Erim er olsun da, varsın yerim çalı dibi olsun.” Evlenen kızların boşanması hoş karşılanmamış. Kız evden çıkarken ona şöyle söylenmiş: “Bu evden beyaz gelinliğinle çıkıyorsun, buraya ancak kefeninle dönersin.”Bir dönem nasıl olduysa, akrabalar arasına nifak tohumu atılmış, birliktelik bozulmaya çalışılmış: İnsanlar kızgınlıkları en ağır sözlerle açığa vurmuşlardır: “Sen dostunu iyi seç, anan nasıl olsa düşmanını doğurur”; “Akrabanın akrabaya akrep etmez, ettiğini”; “Akraba ile ye iç ama alış veriş yapma.”

Zaman içerinde, kendi içlerinden çıkanlara değer verilmez, yabancılar tercih edilir olmuş ki “Evin tosunundan öküz olmaz” demişler.

Bu sözlerin büyük bir kısmı günümüzde ya unutuldu ya da kullanılmaz oldu. Bunda yaşam biçimi, kuşkusuz büyük etmen. O değiştikçe dilde ölen, geçmişte kalan, günlük kullanımdan kalkan, yeni gelip yerleşen sözcükler olacaktır.

Tıpkı yöremizde konargöçerliğin en son temsilcisi Sarıkeçililer’in yaşam biçiminde gözlenen değişiklikler gibi. Kimin aklına gelirdi Sarıkeçili diline “kapsam alanı”, “kontör” ya da “mesaj” gibi sözlerin gelip yerleşeceği.

Günümüz gençliğinin bilmediği ya da kullanmadığı ama Sarıkeçililerin hâlâ kullandığı, tarihin derinliklerinden süzülüp gelen bazı sözcük ve deyimler, bir iki kuşak sonra onların gençleri de kullanmaz olacak. Tuluk da neydi, diyecek belki de. Tıpkı bugün “savran”, “kavas”, “beserek”, “köşek”, “maya” sözcükleri için dendiği gibi.

Bakalım gerçekten kaç kişi anımsayacak bu Yörük sözcüklerinin anlamını?
ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ Sayı: 247 / Eylül 2008

ZEYTIN AĞAÇLARI VE O SARNIÇ
Mustafa B. YALÇINER

Güneşli bir ocak sonuydu. Üç gündür yağan yağmur, sonunda mola verdi. Yukarıda kara bulutlar dağılmış, gökyüzü masmavi. Denizin rengi ise henüz düzelmemiş. Bulanık. Üzerinde odun parçaları.

Severim böyle havalarda gezmeyi. Görmek isterim, doğanın insanoğluna yapmak istediği uyarıları.

Dolaşmaya çıktım, elimde fotoğraf makinesi. Arabanın sık geçmediği bir yolda yürüyor, yağmur sonrası kokuları ciğerime dolduruyordum. Doğa uykusundan uyanmış, badem ağaçları da çiçek açmaya başlamıştı, Toroslar'ın yamacında kurulu bu sahil kasabasında.

Yoldan çıkıp bir bahçeye saptım. Diğerlerinden kireç ve kum harcıyla sıvalı taş duvarlarla ayrılmış bahçede, onlarca zeytin ağacı. Hepsi de birbirinden heybetli. Tarihin derinliklerinden geldiği belli. Böğürtlen bürümüştü ilk sekiyi. Girişin solunda, bir incir ağacı; yılların ağırlığından yoksa düşen yıldırımdan mı belli değil, ikiye taklamış. Kolları yerde, yaşama tutunmaya çalışıyor. Aşağıda yıkıma terk edilmiş bir Rum evi. Karşıda ise Kelenderis Kalesi. İskelede balıkçı tekneleri ve bir yat bağlı. Açıkta birbirini izleyen, öndeki büyük, arkadaki küçük iki ada. Ta uzaklarda Tuzburnu. Onun sağında da namaza durmuş bir adamın şapkasını andıran Yılanlıada. Ufukta Kıbrıs'ın dağları.

Zeytin ağaçlarından birinin dibindeyim, fotoğraf çekmek için. Bir güvercin gelip kondu dalına.
Zeytin ve güvercin alıp götürdü beni, sembolünde dünyayı kucaklayan zeytin dalları bulunan, Birleşmiş Milletler Örgütü'ne; Asya'nın, Afrika'nın, Ortadoğu'nun barut koktuğu şu günlerde.

Bahçenin bazı yerlerinde su birikmiş. Nuh mu göndermişti acaba bu güvercini, suların çekilip çekilmediğini anlamak için. Tufan sırasında ortalık hâlâ sular altında olduğundan, kuş geri döner.
Bir süre sonra, Nuh yeniden yollar güvercini. O da bu kez ağzında taze bir zeytin dalıyla döner. Tanrının öfkesi dinmiş, sular çekilmiştir artık. Gagasında zeytin dalı tutan güvercin, o günden bu güne, kurtuluşun, ümidin ve barışın simgesi olur.

Fotoğraf makinem elimde, ama basamıyorum deklanşöre. Gözümün önüne geliyor, Fransa'da, Alplerin eteğinde, Monako yakınlarında kurulmuş Roquebrune-Cap-Martin kentindeki hâlâ dimdik ayakta duran, gövdesi 20 kulaç, yaşı 2000'in üzerinde, Nuh Tufanı'nın yok edici gücüne karşı direnen zeytin ağacı.

Daldım bir kere derinlere. Kurtaramıyorum kendimi. Penelope, geliyor usuma. Truva Savaşına katılan kocası Odysseus'un uzun süren yokluğunda, kendisine kur yapan, onlarca yakışıklı ve zenginle asla paylaşmamıştır zeytin ağacından yapılmış karyolasındaki yatağını. İşte bu nedenle sadakat simgesi sayılmış zeytin ağacı. Şimdi düşünüyorum, insanoğlu tarafından hakkında birçok söylence yaratılan zeytin ağacından başka ağaç var mı diye.

Kaç yıllıktı bu bahçedeki ağaçlar, kim diktirmişti? Eğer Berber Petros diktirdiyse, en az yüz yıllık olmalıydı. Anlatılanlardan belleğimde kalanlar beni yanıltmıyorsa, Petros'nun kızının adı da Athina'ydı. Barış ve bilgelik tanrıçası Athena'nın adını vermişti babası. Haydi, bakalım; şimdi Yunan mitolojisine doğru kanat çırpıyorum. Gökyüzünün hâkimi, tanrıların babası Zeus, insanlığa büyük hizmeti sunacak tanrı ya da tanrıçanın, yeni kurulan kentin koruyucusu olacağını duyurur.

Bunun üzerine deniz tanrısı Poseidon, Athena ile yarışa girer. Poseidon, üç dişli çatalını kayaya saplar ve bir at çıkarır oradan. Bu at, insanları uzaklara götürecek, malzeme taşıyacak ve onlara savaş kazandıracaktır. Athena ise mızrağını yere saplar ve onu bir zeytin ağacına dönüştürür.

Halkoylaması yapılır. Erkekler Poseidon'u, zeytin ağacını bolluk simgesi olarak kabul eden kadınlar ise Athena'yı tutar. Bir oyla fazlasıyla Athena, kentin hükümdarı olur. Tanrıçanın onuruna şehre de Atina adı verilir. Belki de Petros bu mitin etkisinde kalıp zeytin ağaçlarını diktirmiş ve kızına da Athina demiştir, kim bilir.

Hışımla gelip önümdeki ağaca tırmanan bir kedi, çekip çıkardı beni düşüncelerimin burgacından. Bakındım, arkamda kara bir köpek ayağını kaldırmış bir badem ağacına siğiyordu. Onları bırakıp işime döndüm. Yaşlı bir zeytin ağacını fotoğrafladım. Ardından da kontrolünü yaptım. Fotoğraf harikaydı ama ağacın dibinde boş bir şarap şişesi vardı. Sildim fotoğrafı. Şişeyi aldım, duvarın önüne götürüp diğerinin yanına bıraktım. Ölümsüzleştirdim yeniden, ölümsüzlüğün simgesi zeytin ağacını.

Güç ve kudret sembolü ağaçları geride bırakarak, indim ikinci sekiye. Sol tarafta birkaç yaşlı zeytin ağacı daha. Sağda ise kocaman yaşlı bir incir. Vardım üçüncü sekiye. Yan yana iki adamotu vardı burada. Yüzeyi pütürlü, sert, geniş, uzun, ucu sivri, kenarları kesik ve oval yaprakları, toprak hizasında yan yana dizilip bir daire oluşturmuşlardı. Biri mor, diğeri ise beyaza çalan beş yapraklı bolca çiçek açmıştı. Adasoğanları ise salıvermişlerdi iri yeşil kulaklarını. Az daha yürüdüm, yıkık evin yanına vardım. Bir karayılan akıp gitti taşların arasından, kayboldu duvarın deliğinde.

Köşede iki tavuk, kurumaya yüz tutmuş insan dışkısını didikliyordu.

Ocak ve bacası yıkılmıştı Rum evinin. Deveci Ali ile Rum kızının aşklarına tanık olan o sarnıç hemen yanı başındaydı. Rum babanın kızını sakladığı sarnıç. Genç kızınsa, "Hayır, inmek istemiyorum... Karanlığa gömülüyorum... Korkuyorum... Geri çekin beni... Egoist canavarlar! Sizden farklı düşünenlere saygılı olun. Atmayın onları karanlık deliklere. Siz beni değil, kendinizi korumaya çalışıyorsunuz. Önce insana saygılı olun. Çıkarın beni. Seviyorum işte Ali'yi. Kaçacağım yarın ona," diye haykırdığı sarnıç.

Yörük oğlunun,"Merhaba, Ağam. Hoş geldin" dediğini duyar gibi oldum. Ve bir kez daha düşledim Rumların Gilindire'den göçünü, sallanan mendilleri, uzaklaşan yelkenlileri. Yüreğimi sızlattı bu ayrılık, dağılan mozaik.

Bir "Pırrr" sesi duyunca baktım, bir güvercin uçup gidiyordu ama gagasında zeytin dalı yoktu...

İçel Sanat Kulübü Dergisi - 160 NİSAN 2008

GÜN OLDU, DEVRAN DÖNDÜ


Toroslar’ın eteğinde, Gülnar’a bağlı, toprak damlı genellikle tek katlı taş evlerin bulunduğu küçük bir sahil kasabasıydı, doğduğum ve çocukluk yıllarımı geçirdiğim Gilindire. Halkı yöredeki diğer insanlar gibi tarım ve hayvancılıkla geçinirdi. Balıkçılık ya da ticaretle uğraşanlarsa bir elin parmakları kadardı. Gilindireliler de yoksuldu, civardaki köylüler de. Ama yokluk içinde olduklarını hiç de belli etmezlerdi. Yokken bile var derlerdi. Onurluydular; istemeyi ve muhtaç duruma düşmeyi hiç sevmezlerdi. Yok demenin ayıp ve küçültücü sayıldığı o yıllarda insanlık vardı, hatır gönül vardı, dostluk vardı, konukseverlik vardı. Beklentiyse hiç yoktu, ‘almak için vermek gerekir’ diye bir düşüncenin esamisi okunmazdı.
1950 sonlarında tek katlı, iki gözlü, odaları birbirlerinden musandıralarla ayrılmış, tavanında pardı ve mertekler olan, zemin ve duvarları çamurla sıvalı, toprak damlı bir taş evde otururduk. İki kanatlı bir cümle kapısından girilirdi içerisine. Bu küçük aralığa açılırdı iki odanın kapısı da.
Batıdaki odadaydı ocaklığımız. Yemek bu odada pişirilir, burada yenilirdi. Uyku zamanı gelince de yerlere yataklar serilir, gaz lambası kısılır ve tüm hane halkı kıvrılıp yatardı.
Doğudaki oda daha farklıydı; her şeyden önce tabanı tahta döşeliydi. Diğerinden de biraz yüksekteydi. Karşılıklı iki sedirde seriliydi döşekler. Kışları bu odaya soba kurulur ve ancak yatılı misafir geldiği zaman yakılırdı. Ne de olsa adı, misafir odasıydı. Kar gibi beyaz bez, ucu belikli perdeler asılıydı pencerelerinde.
Evimizin önünde iki gözlü bir de toprak dam vardı; odalarından biri ahır, diğeriyse samanlıktı. Çok değildi hayvanımız, topu topu birkaç sığır bir de eşek ama ağzına kadar doldurulurdu samanlık.
Denize dayanırdı bir buçuk iki dönümlük tarlamız. Evin önünde birkaç nar, limon ve portakal ağacımız vardı ama ben onlardan çok deniz kenarındaki iki koca hurmayı severdim. Tepesine bin bir güçlükle çıkar, dikenli dallar arasından geçerek hurma toplardım. Bazen üstüm başım kan içinde inerdim ağaçtan. Hurmaları okulda satıp sonra da çarşıdan alacağım yarım fırın ekmeği ile içindeki helvayı düşündükçe sağıma soluma saplanan dikenlerinin verdiği acıyı çoktan unuturdum.
Deniz kenarında bir de kuyumuz vardı. Hemen yakınına kurardı anam kazanı. Çamaşırlarımızı orada yıkar, bizi de orada çimdirirdi küllü suyla. Evde kullanacağımız suyu da bu kuyudan götürürdük. Özellikle de perşembeleri bakır helkeler, ibrikler ağzına kadar doldurulurdu.
Annem, perşembeleri çok yorulurdu. Kalaylı koca tencerelerde iki üç çeşit yemek pişirir, hamur yoğurur, yufka ekmek atar ve bir tepsi de kıvırdım tatlısı yapardı. Akşama şenlik var, midemiz bayram edecek derdik. Ama akşam olunca, o kadar yemeğin arasında, önümüze kona kona ya bulamaç ya da un çorbası konurdu. O çeşit çeşit yemek, misafirler için yapılmıştı. Bizler onlardan arta kalanı yerdik; elbette o da artarsa.
Cumaları kuşluğa doğru sarardı bizi bir telaş. Evimizin önüne gelince, “Çuş” diyen inerdi bineğinden. Heybesini alırdı hayvanın üzerinden ve uzatırdı bizlerden birine. Konuklarımız kesinlikle eli boş gelmezdi. Hediyenin ne cinsi önemliydi ne de miktarı. Önemli olan getirmekti. Biz çocuklar da getirdiklerini merak ederdik. Cingilde yoğurt ya da ayran, testide yağ, küçük oğlak derisinde de peynir geldiğini anlardık ama torba ya da çıkı içindekileri bilemezdik. Eşeği hemen ahıra götürüp bağlar, boynuna da arpalı samanlı torbayı geçirirdik. Oysa at hemen bağlanmazdı, dolaştırılması gerekirdi bir süre tarlada, terinin soğuması için.
Namazdan çok önce gelirdi, gelecek olan. Belli bir saatten sonra da artık kimse gelmezdi. Biz de merakla koşardık heybelerin başına. Anamın “Çekilin oradan” sözleri yankılanırdı evin içerisinde.
Yemek zamanı yaklaşınca gelenlerin sayısına göre misafir odasına bir ya da iki sofra serilirdi. Kocaman, ağzı kapaklı iki tencerede sulanmış yufka konurdu önce. Sahanlar dizilirdi, yanlarında da boyalı tahta kaşıklar. Misafirler gelince çökerlerdi sofraya. Annem girmezdi misafirlerin yanına. Bakır bir sinide getirirdi tencereleri kapıya değin. Ya babam ya da ağabeylerimden biri doldurdu tabakları ve verirdi konuklara. Küçükler ayakta, kimimiz içeride kimimiz dışarıdaydık; içerideki elinde içi su dolu kalaylı tasla, dışarıdaki bir elinde ibrik, diğerinde sabun, omzunda da peşkirle beklerdik.
Son misafir de gidince, koşardık içeriye. Otururduk sofraya. Ortada irice bir tas ya da sahan, elimizde kaşık, arkamızdan bir kovalayan varmışçasına saldırırdık. Yemeğin sonuna doğru biri tükürüverirdi kabın içerisine. Diğerleri kaşıkları havada şaşkın şaşkın bakarken, tüküren çala kaşık doyururdu karnını. Bunun üzerine annem de yemeğin yenisini koyardı önümüze. Ardından da kıvırdım tatlısı.
Yemekten sonra hemen fırlamazdık dışarıya. Beklerdik annemin sofrayı toplamasını. O da anlardı ve misafirlerin getirdiği kavurga, üzüm ya da meyvelerden verirdi. Büyük bir coşkuyla koşardık arkadaşlarımızın yanına. Badem, ceviz, üzüm ya da kavurga ne varsa cebimizde paylaşırdık onlarla. Haz duyardık vermekten. Arkadaşlarımızdan bazıları, “Keşke yarın da cuma olsa” derdi de gülüşürdük.
Ne güzeldi o yıllar! O yılların insanları da farklıydı. İçtendi davranışları, sahte değildi gülüşleri. Yoktu art niyetleri. Gönül dostuydu, kara gün dostuydu onlar. Gölgeye benzemezlerdi, ortalık kararmaya başlayınca kaybolacak.
O insanlar yeşil kart, kömür torbası ve erzak dağıtılan günlerde yaşamadılar. Hep verdiler devlete; imeceye girdiler, vergi ödediler. Yoksullardı ama yine de devlete el açmadılar. En yoksulları bile çalmadı devlet kapısını. Alın terinden beklediler ne istedilerse. Erken yaşlanıp erken öldüler ama insanlığı yaşattılar. Ürettiler, dağıttılar ve paylaştılar. Ağa dediler birbirlerine. Ağırladılar, ağırlandılar onurlarıyla.
O günlerin insanı, veren elin alan elden daha üstün olduğunu çok iyi bilirdi. “Vallahi bende de yok” demez, boşuna yemin etmezdi. Camiye yüz metre kalarak sıvamazdı kollarını ve de oraya inandığı için giderdi, birilerinin safında görünmek için değil. Tertemizdi yürekleri. Onlardı insanlığı, dostluğu, dayanışmayı, sevgi ve saygıyı yaşatan, destanlaştıran. Onlardı özü de sözü de bir olan.
Ben de bu insanların yaşadığı yerde ve zamanda doğmuş olmaktan, onları tanımaktan hep gurur duydum. Ama gün oldu, devran döndü. O insanlar teker teker çekip gitti. Gelenler de onların yerini tutamadı. Tüm yurtta olduğu gibi orada da almaya gelince koşan, vermeye gelince kaçan bir kuşak türedi. Ver elini diyene uzatılmaz oldu eller ama al elimi diyene çoğaldı sarılanlar…


http://blog.milliyet.com.tr/Blogger.aspx?UyeNo=879364



BİR NÜKTE USTASI: ŞÜRKÜ KURGAN


Tane tane konuşan, hazırcevap, nüktedan, ağzından bal akan, her çeşit fıkrayı çok güzel anlatan ve insanları sıkmadan kendisini dinletmesini bilen birisiydi, eski kültür ataşelerimizden eğitimci ve Nasreddin Hoca uzmanı Şükrü Kurgan. Yıllarca Gazi Eğitim, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültelerinde görev yaptıktan sonra emekliye ayrılmıştı. Ankara’da yalnız yaşıyor ve ilerlemiş yaşına karşın, gereksinimlerini tek başına kendisi karşılıyordu. Elinde bastonu, kolunda küçük kulplu bir sepet, ağır adımlarla ilerlerken görülürdü Bahçelievler sokaklarında.
Şükrü Hoca ile sık karşılaşırdık; bazen yolda, bazen bir toplantıda. Ayaküstü çok sohbetlerimiz oldu. Hemen bir anı ya da fıkra sıkıştırırdı konuşmasının arasına. Bir gün, Gazi Eğitim’de çalışırken başından geçen bir olayı anlatmıştı:
—İki kapılı bir Volkswagen’im vardı. Gazi’ye onunla gidip gelirdim. Ders çıkışı bazen öğrencilerim de binerdi Beşevler’e kadar. Bir gün bindim arabama, çalıştırdım onu; tam hareket edecektim ki öğrencilerimden birinin yanımdan geçmekte olduğunu gördüm. Seslendim ona:
—Haydi, gel. Beşevler’e kadar götüreyim.
—Teşekkür ederim, Hocam. Benim işim acele…
Şükrü Hoca’yı bir akşam eve yemeğe davet ettim. Kırmayıp kabul etti. Akşamüzeri almaya gittim. Giyinip kuşanmış, bekliyordu. Çıkarken, çiçek sepetini alıp bana verdi ve kapısını kilitledi. Bir eliyle bana tutunarak arabaya kadar geldi. Havadan sudan konuşarak evin önüne vardık. Arabayı park ettikten sonra inmesine yardım ettim. Koluma girdi. Eve geldik. Kapıyı eşim açtı. İyi akşamlar diledikten sonra, Hoca ona şöyle dedi:
—Şimdiki usul ayakkabıyla girmek ama bana terlik verirseniz, kendisine kağıtlı şeker ikram edilmiş, küçük bir çocuk gibi sevinirim.
Elimden çiçek sepetini aldı ve eşime sundu. Sevecenliği, beyefendiliği ve babacanlığı ile, Şükrü Hoca ısıtıvermişti küçücük yuvamızı.
Yemek sırasında, edebiyattan, eğitimden ve güncel konulardan söz ettik. Salona geçtiğimiz zaman, eşim kahvelerimizi getirdi. Şükrü Hoca, evimizde puro olup olmadığını sordu. Olmadığını da öğrenince, “ Size bir fıkra anlatayım, o zaman” diyerek konuşmaya başladı:
—Adamın biri, bir eve davet edilmiş. Yemişler, içmişler. Ev sahibi misafirine puro ikram etmiş. Ama konuğun verdiği cevap karşısında da şaşırıp kalmış: “Teşekkür ederim. Ben puroyu ancak nefis bir yemekten sonra içerim.”
Aradan birkaç hafta geçti. Bir akşam, yemekten sonra gazetemi alıp odama çekildim. Cumhuriyet Gazetesi’nde Mustafa Ekmekçi, 12 Eylül 1980 sonrası Türk Dil Kurumu’nun yeniden yapılanması ve Prof. Dr. Hasan Eren’in başkanlığa getirilmesinden söz ediyordu. Makalesinde bir de anıya yer vermişti: Prof. Dr. Hasan Eren, Prof. Dr. Doğan Aksan ve Şükrü Kurgan’ın Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili Bölümü’nde görevli olduğu yıllarda sınav döneminde bir kız öğrenci, Şükrü Hoca’nın fakültedeki odasına gelir:
—Hocam, beni kız arkadaşlarım yolladı. Size sormamı istedikleri bir konu var.
—Buyur, yavrum. Seni dinliyorum.
—Doğan Hoca’nın sınavına midi etekle girersek, iyi not alıyoruz. Hasan Hoca ise mini eteklilere daha cömert davranıyor. Sizin sınavda nasıl giyineceğimizi bilemiyoruz. İşte bunun cevabını almam için gönderdi beni arkadaşlar.
—Yavrucuğum, ben giyime kuşama pek önem veren birisi değilim. Nasıl giyinirlerse giyinsinler, giyinmeseler daha da iyi olur.
Gazeteyi kapatıp Hoca’ya telefon ettim.
—Hocam, ben Mustafa. Cumhuriyet’teki yazıyı okudunuz mu?
— Ay, Mustafacığım, beni ihya ettin. Eski günlerimi anımsattın bana. Eline, diline, kalemine sağlık.
Şükrü Hoca, çok sevinçliydi. Bir şeyler söylememe fırsat vermiyor, sözcükleri peş peşe sıralıyordu. Bense suskun, onu dinliyordum. O denli mutluydu ki “Bakın Hocam, ben Ekmekçi değilim” diyemedim. Deseydim, mutluluğu belki de bir kuş olup uçup gidecekti. Lafı yuvarlayıp durdum ve bir bahanesini bulup konuşmayı kestim.
Bu telefon görüşmesi huzurumu kaçırmıştı. Duramadım evimde. Bindim arabama, Hoca’yı ziyarete gitmek için. Yolda bir kuruyemişçinin önünde durdum. Bir şişe kırmızı şarap ile biraz çerez aldım. Yolda ne diyeceğimi düşünüyor, planlar kuruyordum. Hoca’nın evinin önüne varınca arabayı park edip Hoca’nın kapısının önünde bir süre bekledim. Heyecandan kalbim yerinden fırlayacaktı adeta. Zile bastım.
— Gel, Mustafacığım, gel. Bugün çok mutluyum. Cumhuriyet’te beni eski günlerime götüren bir yazı çıktı. Az önce de Ekmekçi aradı. Uçacak gibiyim sevincimden. Vay, vay! Kırmızı şaraba da bayılırım. Bak bu iyi işte. Dur, şuradan iki bardak alıp geleyim de birer tek atalım.
— Hocam, şey… Hocam.
— Sen salona geç, geliyorum.
Söze nereden başlayacağımı bir türlü bilemiyordum. Keşke telefonda kendimi daha iyi tanıtsaydım! Bir çuval inciri berbat etmiştim. Şükrü Hoca, şişeyi açıp bardaklarla birlikte bir tepsiye koymuş, salon kapısında göründü. Hemen yerimden fırlayıp aldım tepsiyi elinden.
— Hocam, az önce konuştuğunuz kişi, Ekmekçi değil, bendim.
— Hiç önemli değil. Önemli olan, bu saatte yalnızlığımı şarapta boğmama yardımcı olacak ve mutluluğumu paylaşacak bir Mustafa’nın olması. İster Ekmekçi ister Yalçıner! Ne fark eder?
Emekli olunca ayrılmıştım Ankara’dan ve oraya artık pek sık gitmiyordum. Bir gün duydum ki Şükrü Hoca’nın evinden alışılmadık bir koku gelmeye başlamış. Tam da Yunus’un dediği türden:
“Bir garip ölmüş diyeler
Üç gün sonra duyalar…”


http://blog.milliyet.com.tr/Blogger.aspx?UyeNo=879364

21 Eylül 2010 Salı

MUSTAFA B.YALÇINER


Edebi yazı ve yapıtlarında Mustafa B.Yalçıner adını kullanan Mustafa Yalçıner, 1948 yılında Mersin’in Gülnar ilçesine bağlı Gilindire bucağında doğdu. 1970’te İstanbul Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümü'nden mezun oldu. 1973-1974 ders yılında, Fransa’da (Montpellier, Paul Valery Üniversitesi) dilbilim çalışması yaptı.

1974 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’ne atandı. Hacettepe Üniversitesi’nde lisans, Ankara Üniversitesi’nde Fransız Dili ve Edebiyatı üzerine yüksek lisans yaptı. 1985’de de Paris Sorbonne Üniversitesi’nden DEA (doktora yeterlilik) aldı.

Mustafa Yalçıner'in Türk yazarlarından derleyip Fransızcaya çevirdiği öyküler, “Le Samovar “ ve “Deux Pieces d'Or” adlarıyla yayımlandı.

1996 yılında emekliye ayrılarak Mersin-Aydıncık'a yerleşti. İlçesini her yönüyle tanıtan “Aydıncık, Günaydın Kelenderis” adlı kitabı yazdı.

Yalçıner’in ilk öykü kitabı “Toroslar'da Yaşam Erken Başlar” Mart 2008’de, ikinci öykü kitabı Sümbül Gölü Eylül 2009’da yine Etik yayınları tarafından basıldı.

Makale ve öyküleri, Cumhuriyet Kitap, Ekin Sanat, Çağdaş Türk Dili, Öğretmen Dünyası, Afrodisias ve İçel Sanat Kulübü gibi dergilerde yayımlanan Mustafa B. Yalçıner, aynı zamanda Taşeli Yöresi Kültür ve Düşün Dergisi Gerçemek'in sahibi ve genel yayın yönetmenidir.


HAKKINDA YAZILANLAR

1-TOROSLAR'DA YAŞAM ERKEN BAŞLAR
Mehmet BABACAN


"Toroslar'da Yaşam Erken Başlar", bu tümce Karacaoğlan'dan bir dize değil. Hatta bir şiir kitabının adı da değil. Öykü düzenlemesi içinde, şiirle öykünün harmanlandığı bir kitabın; Mustafa B.Yalçıner'in öykü kitabının adı.

Belki de Yalçıner'in gözlem, betimleme, dil ve anlatım gücüyle Vecihi Timuroğlu'nun döktürdüğü değerlendirmelerin buluştuğu kitap.

Timuroğlu, yazdığı uzun ve emek yüklü önsözde, 34 kısa öyküyü, kılı kırk yararcasına incelemiş, irdelemiş ve alkış tutan sonuçlara varmış. Bu yargıyı çok önemsiyorum ben. Çünkü Timuroğlu Hoca'nın titizliğini ve zor beğenirliliğini iyi bilirim.

"Beni korkutan şey, dış dinamiklerin basitliği oldu" diyor Timuroğlu önsözünde. Benim farklı düşündüğüm tek nokta da burada. Gerçi, benim değerlendirmem, ne bir önsöz, ne de bir eleştiri... Ama bir görüşüm var elbet. "Cahil cesur olur" demişler ya, belki ondandır, "yerellik", "yöresellik" konusuna, daha korkusuzca yaklaşıyorum ben. Yerelliği "tu kaka" edenlere, "yerellikten yola çıkarak, evrenselliğe nasıl varılabildiğini görün" diyecek kadar, cesur davranıyorum. Belki de, cesaretimin özünde, Yalçıner'in yerellikle yetinmeyeceğine; yöreselliği bir basamak olarak kullanma akılcılığını göstereceğine olan inancım yatıyor.

Kitap, albenisi yüksek bir tasarım ve sadelik içinde. Kapak resmi, tarihi bir kalıntının, mitolojik kapı bölümü. Geçmiş zamanların geleceğe baktığı kapı aralığı... Ya da geçmişten geleceğe atılmış kancanın son tanığı. Çok şey söylüyor duyabilenlere...

Aydıncıklı (Gilindire) bir adam, elini siper edip kaşlarının üstünde, uzun uzun bakıyor Toroslar’ın yamaçlarına. O yamaçlar ki, kimi zaman Akdeniz'le cilveleşir; kimi zaman acı poyrazın elinde, hırçın bir çehreye dönüşür. Yalçıner'in gözünden kaçmaz hiçbiri. Öykülerin tümünde, dağından denizine, poyrazından meltemine kadar, Toroslar’ın her zerresi, öpülürcesine dillendirilirken, bir vefa borcu ödeniyor gibi gelir bana... Hak bilirlik ne büyük zenginlik...

Toroslar’da yaşam ilmek ilmek işlenmiş öykülerde, toprağıyla, taşıyla; kurduyla kuşuyla...

Nasıl anlatmalı o sadeliği, o şiirselliği... Hiçbir özentiye düşmeden, öztürkçenin, bir yayla pınarında su gibi, şırıl şırıl akışını... Betimlemelerdeki netlik, duruluk; yargılardaki özdeğer saygısını; yer yer çarpıcı ironi, alıp götürüyor insanı ayrı dünyalara; "İşte bu" dedirtiyor; "Böyle söylenebilir ancak" dedirtiyor. Ama gene de dile getirilemeyen bir şey var: Her öykünün sonunda, gözler dalıp gittiğinde uzaklara, insanı saran hazzı anlatabilecek tümceleri nasıl kurmalı; doymamışlığı ne yapmalı?

Telefonda, öykülerde dile getirilen yerleri kastederek, "Ben de oralardaydım, görmedin mi" dedim. Şaşırdı. "Bana niye görünmedin" diye siteme başlayacaktı ki "Öykülerde gezdim" dedim ve yüreği yerleşti.

Evet, öyküleri okurken, konu edilen yerlerin tümünü gezdim. İnsanlarla dilleştim, selamlaştım... Yaban otlarını, ağaçları, taşları, yüreğim kabararak düşledim... Cümle hayvanlar el salladılar bana. Kitabı alıp göğsünün üstüne bastırası geliyor insanın; yolu gözlenen bir sevgili gibi. İstanbul-Etik Yayınları'ndan çıkmış 175 sayfalık o sevgili. Kitapçılarda salınıp duruyor...

İçel Sanat Kulübü - 161 MAYIS 2008


2-TOROSLAR'DA YAŞAM ERKEN BAŞLAR
F.Saadet BİLİR

Mustafa B. Yalçıner, 1997 yılında Gazi Üniversitesi’nden emekli olduktan sonra ata yurdu Gilindire’ye (Aydıncık) yerleşti. 2004’te yayımlanan Aydıncık- Günaydın Kelenderis adlı yapıtıyla, ilçeye ayrı bir kimlik kazandırdı. Yazar, fotoğraf makinesi elinde, dere tepe aşıp bitkilerine ayrı bir öncelik ve önem vererek yörenin kültürel dokusunu da belgeleyen, karınca gibi çalışkan bir Yörük bilgesi. Yalçıner’in Mart 2008’de yayımlanan Toroslarda Yaşam Erken Başlar adlı öykü kitabı, Gilindire’yi de kapsayan Torosların, geçmişten günümüze sözlü tarihini, kültür yapısını, insan ilişkilerini ve yaşam döngüsünü açık bir dille, akıcı bir anlatımla sunuyor okura.

Gözlemlerine, duyduklarını ve öğrendiklerini ekleyerek zaman zaman mitolojik betimlemelerle bezediği kitapta neredeyse Aydıncık’ın 80 yıllık geçmişini öykü diliyle anlatıyor Yalçıner. Böylece 34 kısa öykü ile yöreyi ve onun yaşam coşkulu insanlarını gözümüzde daha iyi canlandırabiliyor, yerel bitki ve hayvan adlarını öğreniyor, Türk- Rum karışımı çok kimlikli yöre insanlarının yerel sözcüklerle konuşmalarına da tanık oluyoruz. Yazar Aydıncık’a geçmişten günümüze verilen adları kullanarak yöreyle ilintili tarihsel bilgiler de veriyor.

Öyküler arasında gezinirken çevremizdeki abdestbozanotu, adamotu (atalması), atkuyruğu, azgan, borcak, böğürtlen, çavşır, çiriş, devedikeni, emzik çiçeği, eşekdikeni, frenkinciri, gebere, gerdeme, göleviz, harnup, hayıt, kapari, kargı, kayakoruğu, keçiboynuzu, kenger, kokarot, melengiç, murt, ökseotu, pırnal, sarmaşık, sığırkuyruğu, sütleğen, tespih çalısı, yarpuz, yılanyastığı, zakkum ile Toros bitkilerini tanıyor, yolculuğumuz sırasında kenger kökünü(soğalak) yiyor, kozalak ve meşe palamudu topluyoruz; bitkilerin yörede günlük yaşamdaki işlevini de görüyoruz.

Denizde, kıyıda, dağlarda, yaylalardaki yolculuğumuz sırasında Gilindire çevresindeki hayvanları da tanıyoruz öykülerden. Sincap, kaplumbağa ve martılarla arkadaş oluyor, ağustosböceğine, cırcırböceği dendiğini duyuyoruz. Sandalla balık avına çıkıyor; dümenin yekesini tutmayı, üçerleme ile başa çıkmayı öğreniyoruz; orfoz, kaya lagosu, karagöz, sokar avlıyoruz.

Yalçıner’in öykülerinde eşeğe heybeyi atıp testiyle su taşıyan; sığır güderken arkadaşlarıyla çivi, kapma taş, attırık gibi oyunların yanında, söğüt dalını tay yaparak ucuna sarmaşık dalı bağlayıp atçılık oynayan; yalınayak başıkabak koşturan; acıkınca yufkasının içine tereyağında kavrulmuş ekmek sarılı azığını, yanal elmasını yiyen; ala şeker, taktak helva özlemi duyan çocuklarla tanışıyoruz.

Döven süren köylülerle konuşurken ağaç tekne, tuluk ya da sukabağındaki su ile susuzluğumuzu gideriyoruz. Ekmek atan kadınların konukseverliğinde süs biberi ve gebereli kayakoruğu turşusu yiyor; cevizli akideyi sıcak bazlamaya sürüyor, kaynayan pekmez tavasından çıkarılan ayvanın tadına bakıyoruz. Pırnal odunu ile ısınan sobalı odada konaklıyor; kenger kahvesi yudumlayıp çubuk tüttürmenin zevkine varıyoruz. İri güllü yorganlarda, iki kenarı işlemeli yastıklarda yatarken geceleyin gökyüzünde yıldızları sayıyoruz. “Omzunda bir sopa ve iki ucunda asılı, su dolu birer teneke”(56) ile su taşıyan “güzel kızları gördüğü zaman, bakınıp horozlu ayna ile saçlarını tarayan”(60) yeni yetme delikanlıları izliyoruz.

Ateşi ölçermek, balasır, çöğdürmek, gelberi, iteği, kevki, kolan, malama, musandıra, nakışlı terki heybesi, tetir, oturumuna gelmek, seklem gibi yörede yaşlıların bile artık kullanmadığı öz Türkçe sözcüklerle buluşuyoruz.
Bu yazıda kitaptaki öyküleri, hem olay örgüsü, mekân ve kişi; hem de öykü adları ve olay örgüsündeki zaman düzlemi yönünden kısaca değerlendirmek istiyorum.

Olay Örgüsüne Göre Öyküler

Yalçıner, Yalnızlığın Ayak Sesleri, Yayla Yolunda, Yüreğin Sesi, Durmuş Ateş, Kuş Gribi öykülerinde ülke genelindeki toplum sorunları, değer yargılarındaki değişim, büyük kentlerdeki yalnızlaşma, kalabalıktaki tekillik konularını işlerken diğer öykülerinde Gilindire ve çevresindeki olay ve olgulardan yola çıkarak çarpıcı kesitler sunuyor okura.

Yazar, Sarnıç ve Hıristo Hasan öykülerinde, Gilindire’de mübadele öncesinde iç içe yaşayan Türk ve Rum halkının değişen koşullar karşısındaki sorunlarına değiniyor. Yalçıner, Sarnıç’ta o dönemin çok kültürlü ve kimlikli yapısını, “Ezan ve çan seslerinin birbirine karıştığı Gilindire’de, dünyaya kapalı, tarım ve hayvancılıkla uğraşan, hayvansal ürünler ile tabiatın sunduğu keçiboynuzu, meşe palamudu gibi orman ürünlerini toplayıp satan, çoğunluğu göçer Türkler ile uluslararası bağlantıları olan, ekonomik yönden daha güçlü ev, tarla sahibi, ticaret ve zanaat yaşamını elinde tutan Rumlar beraber yaşıyordu bu güne değin” (22) şeklinde anlatıyor.

Yazar, mübadele sırasındaki gerginliğin, ‘başka, öteki’ olma sorunlarının gençlerin duygularını değiştiremediğini yine Sarnıç’ta Ahina’nın ağzından dile getiriyor: “Canı cehenneme, dininizin de geleneğinizin de. Seviyorum Ali’yi anladınız mı? Başka dinlerde, başka geleneklerde de insan yaşamdan tat alabilir. Bunu ne zaman anlayacaksınız?” (20)

Babası gibi kendisi de Gilindire’den gitmek istemeyen Anestos’un “Koparılacağız toprağımızdan, kolay mı yeni yerlere kök salmak? Kuruyup gideceğiz” (24), yakınmasını Hıristo Hasan’da okuyor; ‘ilk meltemle yelken açacak, iki serenli gemi’ ile Gilindire’den ayrılmak zorunda olan Rumların, evlerine dönme umuduyla eşyalarını Türk komşularına bıraktığını; Müslüman’ın, Hıristiyan’ın birbirine sarıldığını görüyoruz.

Üçüncü öykü Eğşibey’de, yörede yaygın olan dinamitle balık avlama ve mezar kazıcıların, antik çağların izini sürmesi konu edilirken bilinçsizliğin insanları sakat bıraktığı, onların yaşamını altüst ettiği, hatta ölüme yol açtığı çarpıcı bir anlatımla veriliyor. Bir Kış Gecesi’nde, babasına ‘Vallahi billahi okuyacağım’ diye söz verme karşılığında babası ile annesinin koynunda sevgi sıcaklığı ile uyuma izni alan, rüyasında abisiyle ‘çöğdürük’ yarışı yapan çocuğun, yatağa işemesine tanık oluyoruz. Batıl inançların özellikle çocukları nasıl etkilediği, çocuk duygularıyla aktarılıyor Bedelen’de. Odun’da, kırsal yöredeki yaşamın zorlukları ve çocukların oyuna dönüşen kavgası; Binmesine Oynayacağız’da doğanın kucağındaki kırsal bölge çocuklarının yaşamı paylaşması, cinsel dürtüleri; Muhtar Alibaz Onbaşı’da hoşgörülü muhtarın, hakkını arayan öfkeli köylüye ve yeni yetme oğluna verdiği ders; Kuşoğlu’nda, yersiz yapılan şakanın Durmuş’u, içinden çıkamayacağı bir duruma itmesi anlatılıyor.

Aya Ayna Tutmak’ ta balıkçıların, zor ve tehlikeli yaşam savaşını; Çizmedeki Ellilik’ te eline para geçmemiş, para harcama zevkini tatmamış bir çocuğun, babasının cebinden para aşırmasının ardından pişmanlığını, babanın hoşgörüsünü görüyoruz. Gece Molası’nda, çevrede hatırlı biri olan ölmüş babasının genç üzerindeki etkisi; beş parasız Mustafa’nın, komodinin üstündeki parayı alıp almama ikircikliği; babasının “Adamı açlık değil, hırsızlık öldürür”(72) diyen sesi ile kendine gelmesi anlatılırken; Sandalcı Hastaymış’ ta, fırsatçı, cahil iki yöre insanının bastırılan cinsel tutkuları ve turistlerden yararlanma girişimleri ironiyle veriliyor. Sordururum Sana öyküsünde ilk gençlik çağındaki duygular, yoksulluk ve okumak için gösterilen çaba öykünün ana konusunu oluşturuyor. Fransızın Halkası’nda ise bir balıkçının, yataktaki karısına sarılırken düşünde Fransız turistle balık avladığı görülüyor.

Öykülerinde kadın sorunsalına ayrı bir yer veren Yalçıner, dağda- bayırda iş ve geçim derdi ile uğraşan kadın ve genç kızların karşılaştığı tehlikeleri Tuzcu Kadın ve Ayıboğan’da konu ediyor. Tuzcu Kadın’ da eskiden yöre ekonomisinde önemli bir yeri olan, denizden tuz elde etme işini kocası Almanya’daki Güllü’nün bastırılmış duygularıyla birlikte veren yazar, Ayıboğan’da, bir avcının vahşi isteklerine yenik düşen Cemile’nin, kendini asmasını işliyor. Yusufçuk’ta ise anne olma özlemi ile yanıp tutuşan Emel’in, kocasıyla yaşadığı soğukluğu hurafelerle çözmeye çalışmasını anlatıyor.

Kum Kadın’da öykü kahramanının gençliğinde bir turist kadınla yaşadığı duygu çatışmasının özeleştirisini; Bektaş Ağa ve Sen de Duttan İn öykülerinde, yöre insanının dinsel konulardaki hoşgörüsünü buluyoruz.

Yalnızlığın Ayak Sesleri’nde, büyük kentten bunalan, baba yurduna dönüş özlemi duyan, ancak eşini çocukluğunun geçtiği kasabaya getirmeye ikna edemeyen öykü kahramanının bunaltısı; Yüreğin Sesi ve Durmuş Ateş öykülerinde de orta yaş üzeri evli çiftlerin cinsel sorunları ele alınıyor.

Ahır ve Kanayan Yürek’ te, anne ve babası tarafından geçmişte bin bir güçlükle yapılan ahırın yıkılması kararı üzerine öykü kahramanının duyumsadığı iç çatışmaları; Fıstık’ ta, yer fıstığını dişleriyle kabuğundan çıkarıp satarak kazandığı para ile okuyan bir gencin, yıllar sonra pazarda fıstık satan yaşlı bir köylüyü görünce geçmişine dönmesi konu ediliyor. Yayla Yolunda’ da, yaşlı bir meşe ağacı ile dilleşen yazarın bakışından, doğal yaşamın teknolojiye yenilmesini, teknolojik gelişmelerin bir yandan da insan ilişkilerini nasıl olumsuz etkilediğini; Hayıt Tohumları’ nda ise yaşadığı küçük çevredeki söylentilerden çekindiği için eczaneden ilaç alamayan orta yaşı geride bırakmış Horoz Apıl’ın, cinsel gücü arttırıcı otlara umut bağlayışını öğreniyoruz. Kuş Gribi’nde de Sivas’ta kuş gribi nedeniyle yakılan kümes hayvanlarını televizyonda izleyen öykü kahramanı Metin’in aracılığıyla, yazar 1993’te Sivas’ta yakılan fikir işçilerine gönderme yapıyor.

Değirmenci’ de yalan ve iftiranın etkileme gücünü; Şeroğlu’nda kiralık katil olmayı göze alan, geçmişi karanlık Şeroğlu’nun, gördüğü bir iyilik karşısında kararından caymasını; Poyrazın Getirdiği Çocuk’ta Hızır’ın, yetim Hüdaverdi ve ailesine Hızır gibi yetişmesini okuyoruz. Murt Bahçesinde’ de Gilindire’nin kuruluşuyla ilgili mitolojik öyküsüne gönderme yapan yazar, öykü kahramanını çocukluk yıllarına gönderip onu murt ağacı ile dilleştiriyor. Baba Gömütü’nde ise öykü kahramanın, kemiklerini yeni bir mezarlığa taşırken babasının ruhuyla yaptığı söyleşide, yaşadığı duygu çatışmasını anlatan yazar, yalnızca bu öyküsünde Gilindire ilçesine son yıllarda verilen Aydıncık adını kullanıyor.

Mekan Seçimine Göre Öyküler:

Yalçıner’in, Silifke’de geçen Sordururum Sana dışındaki öykülerinin mekânı, yaylası, ovası, denizi, ırmağı, deresi ile Gilindire, Gülnar ve çevresi, yani Akdeniz Bölgesi, Orta Toroslardır Kitabın sayfalarını çevirirken Gilindire’nin Büyükada, Dört Ayak Mevkii, İncekum, İskele, Kapız Deresi, Kartal Kayası, Kelenderis Kalesi, Köşk Deresi, Kurtini, Purgulu, Sancakburnu, Sele, Taşmasa, Tuzburnu, Tülüce Dağı, Türbe, Yalan Dünya Tepesi, Yılanlıada; Silifke’nin Bucaklı Mahallesi, Göksu Irmağı, Taşköprü; Gülnar’ın, Çakır Deresi, Irmasan Yaylası gibi yerlerde dolaşıyor; Toros coğrafyasını gözlüyoruz.

Yöre halkının yaşantısını ve ekonomisini etkileyen deniz de, Yalçıner’in öykülerinde önemli bir yer tutar ve deniz, Eğşibey, Aya Ayna Tutmak, Fransızın Halkası, Tuzcu Kadın, Kum Kadın, Bedelen öykülerinin mekânıdır.

Kişisine Göre Öyküler:

Öykülerdeki kahramanlar çoğunlukla günlük yaşamda karşılaştığımız kadın, genç kız, erkek, yeni yetme delikanlı ve çocuklardır. Ancak yetişkin erkek kahramanlar baskındır Yalçıner’in öykülerinde. Ayrıca yöreki yaşam döngüsünün önemli bir parçası olan kadın, genç kız, yeni yetme delikanlı ve çocukların ‘eviçi’ dışında da aileye yardımcı olma sorumluluğu, kahramanların cinsiyet, yaş ve eğitim düzeyi özelinde öykülere taşınmıştır.

Kahramanı yetişkin erkek olmayan anlatılara değinecek olursak, Tuzcu Kadın ve Yusufçuk Yalçıner’in kadın kahramanlı öykülerdir. Bir genç kızın öykü kahramanı olarak anlatıldığı Ayıboğan ve bir kız çocuğunun öykü kişisi olarak yer aldığı Binmesine Oynayacağız, tek niteliği taşıyan öykülerdir. Bir Kış Gecesi, Bedelen, Odun, Çizmedeki Ellilik, kahramanı erkek çocuk olan; Gece Molası, Sandalcı Hastaymış, Sordururum Sana, Fransızın Halkası, Kum Kadın, Fıstık ise kahramanı yeni yetme delikanlı olan öykülerdir. Poyrazın Getirdiği Çocuk öyküsünde ise çocuk ve yetişkin erkek kahramanları birlikte görürüz.

Adlarına Göre Öyküler:

Yazarın, öykü kahramanlarının adlarıyla öyküler arasında çağrışımsal bir ilinti kurduğunu görüyoruz. Bunu da kahramanların adını öykülerine vererek (belki de öykülerin adını kahramanlarına vererek) yapıyor Yalçıner. Hıristo Hasan, Bektaş Ağa, Durmuş Ateş, Şeroğlu, Ayıboğan’da olduğu gibi…

Kitapta ayrıca öykü konularıyla bağlantılı adları olan kahraman ve kişilerle karşılaşıyoruz. Örneğin, Hayıt Tohumları’nda horozlanma isteği duyan Horoz Apıl; Kuş Gribi’nde Sıvas’ta yakılan şair Metin Altıok’un direncini simgeleyen Metin, Yusufçuk’ ta çocuk özlemi ile yanıp tutuşan Emel; Poyrazın Getirdiği Çocuk’ ta ‘yardım’ edimini çağrıştıran Hızır, Hüdaverdi, Peri, İmdat gibi adlar bulunuyor.

Öyküleri okurken Gilindire, Silifke, Gülnar üçgeninde duyduğumuz, yöresel ad, takma ad ya da lakaplarla da karşılaşıyoruz. Ali Baz, Deveci Ali, Eğşibey, İbil Emmi, İlibaslı Kör Mustafa, Kör Kalıpçı, Memiş Ağa, Yenikaşlı Molla Veli, Eşşe Teyze, Dudu, Dursun Teyze, Dürüye Teyze, Gümüş Ana, Mavişen bunlardan bazılarıdır. Öykülerdeki Demirci Yorgi, Petro, Narko, Bandeli, Hıristo Hasan, İreni, Anestos, Athina adları da yıllar öncesinden sesleniyor bize.

Zaman Düzlemine Göre Öyküler:

Öykülerde zaman kavramı çoğunlukla güneş ve aya; ezan ve horoz sesine göre kişileştirme sanatıyla beraber veriliyor. Örneğin, sabahın oluşu, ‘ezan ile horoz sesinin birbirine karışması’(102); günün ilerleyişi ‘güneşin bir adam boyu yol alması’; günün dönüşü, ‘güneşin kül rengi kayaların ardına çekilmesi’ (160); gün batımı ‘Alıç Dağı’nın arkasından kaybolan güneşin yatağını hazırlaması’ (48); gecenin ilerleyişi ‘ayın tepeye gelmesi’(75), ayın aydınlatıcılığı ise ‘ay doğunca yollara düşülmesi’ (116) biçiminde aktarılıyor.

Öte yandan, güneşin mevsimine göre ısıtıcılığı,“Güneş, hâlâ bir şey kaybetmemişti kızgınlığından.” (170); güneşin belli bir zaman aralığını belirtmesi ise “Oyun güneş tepeye varana değin sürmüştü” (50) biçiminde betimleniyor.

Geriye dönüşlü düşsel imgeler Yalçıner’in sıkça başvurduğu anlatım öğeleridir. Örneğin, Bir Kış Gecesi, Fransızın Halkası, Yalnızlığın Ayak Sesleri, Yayla Yolunda, Yüreğin Sesi öykülerinde kahramanların gördüğü düş ile gerçeği ustaca birleştiriyor yazar.

Geriye dönüşlü öykülerinde ise bir sözcükten ya da yaşanılan bir olayın çağrışımından yola çıkarak öykülerini kuruyor: Fıstık öyküsünde, fıstık ve eşek sözcüğünün çağrışımları; Kuş Gribi’nde hayvanların yakılması ile Sivas’ta aydınların yakılmasının anımsatılması; Murt Bahçesinde ise bahçede dolaşan kahramanın çocukluğuna gitmesi gibi…

Gece Molası ve Baba Gömütü’ nde, hayatta olmayan babasıyla, Ahır ve Kanayan Yürek’ te ise ölmüş annesi, babası ve komşuları ile öykü kahramanın söyleşmesi Yalçıner’in bu anlatım biçemini gösteren diğer örneklerdir.

Doğa betimlemelerinin de yazarın anlatımında ayrı bir yer tuttuğu görülüyor. Sarnıç, Bir Kış Gecesi, Aya Ayna Tutmak, Çizmedeki Ellilik, Sandalcı Hastaymış, Yüreğin Sesi, Ayıboğan, Poyrazın Getirdiği Çocuk ve Murt Bahçesinde öykülerine betimleme ile giriş yapar Yalçıner. Bu betimlemelerde sözcükleri dans ettiren yazarın gözlemlerini ustaca yazıya aktardığına tanık oluyoruz: “Portakalın dallarında da yer yer beyaz tülbentler bağlıydı. Biraz daha aşağıda, deniz kirli yeşile dönmüş çalkalanıyor, ayran tuluğundaki yağ kümeleri gibi, üzerinde beyaz köpükler oluşuyordu. Ufukta sular mavileşirken, gökyüzünde siyah beyaz koyun sürüleri geziniyordu.” (126) örneğinde olduğu gibi.

Özellikle yöredeki insanların yaşantısını derinden etkileyen poyraz Yalçıner’in öykülerinin önemli motiflerindendir ve öykü betimlemelerinin çoğunluğunu oluşturur: “Torosların poyrazı yine ipini koparmış, tozu dumana katıyordu. Havada uçuşan renk renk naylon torbalar, yerlere kadar eğilip doğrulan ağaç dallarında hız kesiyordu. Buydurucu rüzgâr, aşağıda masmavi denizin yüzünde kar fırtınasına dönüşmüş, beyaz köpükleri sanki koşu yarışına sokmuştu.” (161)

Betimlemelerde olduğu gibi, doğa gözlemlerinden yararlanarak sıkça yaptığı benzetmeler de Yalçıner’in anlatı biçeminin diğer bir parçasıdır. “Dişetleri çekilmiş gibi irice topak taşların kökü görünüyordu.”(118), “Dibi oynamış mavi derya, yeşile dönerken kızıl çamurdan bir de burun oluşmuştu içinde.” (S: 130), “(ayın) Denize vuran ışıkları, şampanya bardağını andırıyordu adeta.” (75) bu benzetmelerin kitaptaki en çarpıcı örneklerinden birkaçıdır.

Toroslarda Yaşam Erken Başlar, Hikmet Birand’ın anı ve gözlemlerini anlattığı Anadolu Manzaraları adlı kitabını anımsattı bana. Yaşadığı yörenin doğasını çok iyi bilen Mustafa Yalçıner de, gözlemlerini, anlatılarındaki kahramanları bitkilerle söyleştirerek öykülendiriyor. Toroslarda Yaşam Erken Başlar, bölgenin sözlü tarihini ve Yörük geleneğini yereli evrensele taşıyan şiir lezzetindeki öykülerle sunuyor okuyucuya.

Mustafa B. Yalçıner, ilk kitabı Toroslarda Yaşam Erken Başlar’da yer alan özgün ve çarpıcı öyküleriyle dil bilinci güçlü bir yazarın haberini veriyor okura.

Tanıtım Yazısı: F.Saadet Bilir,
Afodisyas-sanat, Mayıs 2009, Yıl: 3, Sayı: 15, sayfa: 60-62
Kitap Künyesi: Mustafa B. Yalçıner, Toroslarda Yaşam Erken Başlar, Etik Yayınları, Mart 2008, ISBN: 9789758565511

3. TOROSLAR’DA YAŞAM ERKEN BAŞLAR
Yazar Ruşen HAKKI

“Yaşlıca bir adam, pantolonunun paçasını sıvamış, deniz kıyısında eğilip doğruluyor; köpüklü dalgalar, diz boyu taşların üzerinden aştığı zaman geri kaçıyor, su çekilince de işine yeniden koyuluyordu. Kıyıdan biraz uzaktaysa, çakıllar üzerine konmuş bir mangaldan dumanlar yükseliyordu.
Kara kuru bir oğlan, daracık patikayı izleyerek, kıyıya indi.
- Kolay gelsin, İbil Emmi.
Dönüp çocuğa baktıktan sonra yanıtladı onu:
- Sağ ol Veli.
Adam, suların ıslattığı taşlara sıkıca tutunmuş, bir salyangoz cinsi olan bedelenin yassı koni biçimli kabuğunun kenarına çakısının ucunu sokuyor, yukarı aşağı gezdirerek onu yerinden oynatmaya çalışıyordu. Dizkapağı görünümündeki kabuğun içerisindeki etli parçayı ceviz oyar gibi çıkarıyor, yıkadıktan sonra da sol koluna taktığı tel sepete koyuyor, kabuğunu da suya bırakıyordu. (...) İbil, mangalın yanına döndü, sepetini kolundan çıkararak yere bıraktı. Odunla yanlış, kömüre dönüşmüştü. Adam, küçücük maşasıyla düzenledi onları. Tel ızgarayı koydu maltızın üstüne. Sonra da üzerine sepetten aldığı bedelenleri dizdi. Az sonra soba üzerinde pişirilen kestaneninkini andıran bir koku yükselmeye başladı mangaldan. İbil, maşayla birer birer altüst etti etleri. Veli, gözlerini bir an bile ayırmıyordu ızgaradan. Yaşlıca adam, maşayla bir bedelen aldı ve ağzına götürdü. Kenarından ısırdı.
- Hım! Çok güzel olmuş...” (BEDELEN)
Yukarıdaki satırlar, Mustafa B.Yalçıner’in ETİK Yayınları arasında çıkan “Toroslarda Yaşam Erken başlar” adlı öyküler kitabından alındı. 175 sayfalık kitapta 34 öykü yer alıyor. Çoğu köy ve kasabalarda geçen yaşantıların ele alındığı öykülerde betimleme (tasvir) öne çıkıyor. Kitaba önsöz yazan şair ve yazar Vecihi Timuroğlu, bir yerde şöyle diyor:

“Bu öyküler, ‘kısa öykü’ dedikleri (ben, pek tutmuyorum bu terimi) türden oldukları için, Mustafa B.Yalçıner, Balzac ve Flaubert gibi, kişilerin içsel ve anlıksal durumlarını, öyle derinliğine işlemiyor. Yalnız, o birikime sahip olduğunu gösteriyor. Mustafa, toplumsal çevreyi, kişilerin yaşadıkları doğayı, onların kişisel yaşam olgularını, anlıksal yansımalarının arkasındaki kurnazlıkları, ekinsel yozluklarını, özellikle yansıtmış...”
17 Temmuz 2009, Özgür Kocaeli Gazetesi
4- MUSTAFA B. YALÇINER’İN SÜMBÜL GÖLÜ KİTABINI PROF. DR. M. ŞEHMUS GÜZEL OKUDU VE SİZLER İÇİN ELEŞTİRDİ (*)

Mustafa B. Yalçıner’in Akdeniz’in güneşinde ve ayında, Toroslar’ın poyrazında, içeride ve dışarıda damıttığı öykülerinin toplamından oluşan ve okuyucusuna yeni yıl hediyesi gibi sunduğu Sümbül Gölü’nü heyecanla, gülerek, tedirgin olarak, sevinerek, hüzünlenerek okudum.

Kitap elime ulaştığında trenle yola çıkmam ve yol için de iyi bir yol arkadaşı lazımdı. İşte yol arkadaşım diyerek kitabı çantama attım ve koşarak trenime yetiştim. Tren yola düştü ben de kitaba. Sadece yol arkadaşımı değil arkadaşlarımı bu kitapta buldum. Paris’ten kuzeye doğru yola çıktım ve yol boyunca okudum. Ben kuzeye gidiyordum ama kitap beni sürekli olarak doğuya ve güneye çağırıyordu. Aniden trende bir Toroslar, bir Akdeniz, bir Mersin, bir Gülnar, bir Gilindire havası esmeye başladı. Bizim havalardır bunlar iki gözüm dedim ve coştum. Hem coşuyorum, hem de fena halde duygulanıyorum. Diğer yolcular “uyanmasın” diye gönlümü ve gözlerimi öte taraflara çeviriyorum. Eşim de yanımda, o alışkın böyle duygu dalgalanmalarıma ve pat diye bişeyler olduğunu fark ediyor... fakat üstelemiyor. Evet ötelere bakıyorum. Taaa oralara... O kır çiçekleri, fesleğenler, zambaklar ve gelincikler bizimdir diye içimden geçiriyorum biz oralarda olmasak bile. O güzelim çiçeklerin parfümü, renkleri bu grimtırak tırak tırak kış öğleden sonrasını bir güzel sardı ve baştan sona boyadı. Fransa toprakları bu renklere alışık değil ama komşudan ve dosttan geleni de reddetmez. Eh diyeceksiniz o kadarlık konukseverlik kadı kızında bile olur. Evet öyledir. Bu topraklar onca kıyım, onca acıdan sonra artık hoşgörü ve barış ve iki dirhem bir çekirdek huzuru tercih ediyor. İyi de ediyor.

Mustafa B. Yalçıner’in yapıtının tarz ve biçimi çok iyi. Kimi kısa, kimi çok kısa ve tümü kıssalı öykülerinin okunuşu akıcı. Yaşar Kemal ve Osman Şahin tarzı, çizgisi ve geleneği sürüyor demek mümkün. Osman Şahin’in Yalçıner’in kitabını tanıtıcı yazısı bir rastlantı değil. Osman Şahin böylece yazarla hem edebi akrabalığını tanımış oluyor, hem de yapıtın en vurucu özelliklerini dillendiriyor, şu satırlarında örneğin : “Yaşayan, soluk alıp veren, canlı, güçlü bir doğa, gözlem ve ayrıntı gücü gözlerden kaçmıyor.”

Yazarlıkta, iyi yazmakta ve hakiki yaratıcılıkta, « seyretmek eyleminin » önemi burada bir kez daha ve tam da yerinde vurgulanıyor. Ve ister istemez aklıma Yaşar Kemal’in nehir söyleşilerinden (bu nehir söyleşi sonra dayanamayıp söyleşi ve sözleşi okyanusuna dönüşüyor) birinde anlattığı çocukluk anılarını getiriyor: Hani saatlerce bir kuşu, bir ağacı, bir yaprağı, bir aklınızanelgelirseonu seyretmek işini kendine özgü ve dünyalara değişmem bir “meslek” biçimine çevirmesi. Musafa B. Yalçıner’in yaptığı da bunlar. Seyreylemek, seyiri sanat haline getirmek ve yazmak. Yazarı bunun için kutlamak lazım. Elbette Çinli dağlıların aralıksız iki gün sadece bulutları seyretmesi de aklıma geliyor. Evet tam iki gün bulutların nasıl biçimden biçime girmelerini ve renkten renge değişimlerini seyreylemek. Bir denesek diyorum, belki bize de dünya kadar şey öğretirler. Bulutlar elbette. En azından sabırlı olmayı.

Paris’in kuzeyindeki yalnızlığının ve terk edilmiş manzaralarının içinizi sızlattığı büyük kente, « Buruk-Sel »e, varıp trenden indiğimde iyi ki yanımda eşim vardı yoksa paltomu orada unutuvermiş olacaktım. Bunun da tek sorumlusu Yalçıner olacaktı. Yahu kardeşim biz buralarda kışla, eksi bilmem kaçla kavgaya tutuşurken bize oraların denizsel ve ılık havalarını anlatmanın alemi var mı? Söyler misin lütfen? Evet gerçi “Sümbül Gölü”nde de esince poyraz “tükürüğü havada donduracak cinsten”dir ama yine de böylesi kış Fransa nam ülkede görülmedi son on yıllarda...

Bu yapıtı sizin de okumanızı tavsiye ederim: Ufak çıkarlara dayalı baba-kız ilişkilerini, öğretmeye yönelik baba-oğul alış-verişlerini, kadın erkek eşitliği arayışlarını, anaların ve babaların önemini ve daha bir dizi kişisel, ailesel, toplumsal meseleleri gerçekten yaşanmış veya yaşanabilir olanlardan çıkarılan derslerle/deneyimlerle kendimize mal edebilmek için. « Bilezikler », « Yorgi’nin Altınları » öykülerinde olduğu gibi. Beklenmeyen umulmayan biçimlerde biten an(ı)lar ve öyküler bunlar aynı zamanda. « Karakola Götürülerken » öyküsü örneğin. Heyecanı da size kalıyor. « Yorgi’nin Altınları »nda da benzer bir iç tansiyon yaşanıyor.

Yazarın özgeçmişinden mutlaka kimi izler kimi an(ı)lar yansıyor öykülerine. Belki şu satırlarda bulunanlar : « İyi ki de gelince yakmışım kitaplarımı. (...) Bir ihbar, bir dilekçe yetiyor gelip almaları için. Beni niye çağırmış olabilirler? ‘Bilimsel Sosyalizmin İlkeleri’ni Türkçeye çevirdiğim için olmasın? Ya da bu yöreden bir öğrencim vardı. Sınıfta Nâzım’dan bir şiir çevirisi yapmıştık. O şikâyet etmiş olmasın! » (s. 22)

Yazar yaşadığı Mersin, Aydıncık, Gilindire ve çevresini bitkisi, böcü börtüsü, kuşu, balığı ve neyi var neyi yoksa her şeyiyle gözü kapalı tanıyor ve biliyor. Bunların tümü öykülerine yansıyor. Öykülerinin hoş parfümü buradan kaynaklanıyor. Gül, fesleğen, küstüm çiçeği, dağlalesi, zambak, mor sümbüller... Mor Sümbüller okuyucular için. Yalçıner’in neredeyse tek başına yayınladığı Gerçemek dergisinde öteden beri yer verdiği ve doğduğu mekânı bütün unsurlarıyla tanıtmaya yönelik yazıları, fotoları da bu konuda elbette yardımcı. Öykülerinin tadını Gerçemek’ten bilenler de var, benim gibi. Yöre dilini ve deyişlerini çok iyi kullanması da anılmalı. Bir örnek : « Taş değil de ceza ağır geldi baba. » « Giliğini yitirmiş kuş gibi düşünmeye başladım. » « Korku kanatlandırırmış insanı. » « Ekmek kavgasının kadını erkeği mi olurmuş? »

Yazar yöresinin doğasını dinliyor ve dillendiriyor : « Dışarıda artıyordu şiddeti poyrazın. Önüne geleni kovuyor, bağırıp çağırıyordu. Kapı altından, bacadan girmeye çalışıyordu eve. Girebilseydi, müthiş bir kavgaya tutuşurdu adamın içindeki fırtınayla. » (s. 46).

« Otuz beş dakika kalmışız suda. O derinlikte hem balık avlamak, hem de Nikol’ü tavlamak için elimden geleni yapıyorum. (...) Güneş dışımı, Nikol içimi yakıyordu. » (s. 105).

Kimi öyküde fantezi ve fantastik unsurlar da dansa kalkıyor. Topallayan yıllanlar, konuşan yılanlar filan : « Yılan, başını arabanın ön camına kadar kaldırmış, sürücüye ‘Hyakinthos yaralanmış. Ona yardıma gidiyordum. (...) » diyor yalvaran gözlerle. » ( s. 95).

Bu arada değişik « kuş » meseleleri de var. Meraklılarına duyurulur.

Hüzün bastırıyor köyü, köylülüğü ve köylülerin geçmişten bugüne devinimlerini anlattığı satırlarda, sayfalarda, öykülerde. Evet hüzün işte : « Birkaç ihtiyar kaldı köyde. Malcılık öldü, çiftçilik öldü. Gençlerin hepsi de terk etti köyü. (...) Ekmek kavgası veren yaşlı kadınlar, terk edilen köy, gençlerin umuda yolculuğu, başka yerlerde gömülmek istemeyen yaşlılar gelip geçiyor gözünün önünden. Hüzünleniyor, yüreği kanıyor ve onların dünyasına bir yolculuğa çıkıyor. » (s. 94 ve 95).

Evet hüzün bastırıyor ve hazin bir soru takılıyor aklımıza: Ölülerimizi kim(ler) kaldıracak köylerimizde biz bize kalmışken. Çocuklarımız nerede? Nerede torunlarımız?

Hüzün ve kırık umutlar bir emeklinin yakın geçmişiyle belki bir parça geç kalmış bir iç hesaplaşmasında ve bir türlü karar verememesinde de kendini gösterebiliyor. « Emekli » isimli öyküde emeklinin kent mi köy mü arasındaki ikircikliği ve bunun tartışması yazarın sanki kendi geçmişiyle hesaplaşmasıdır. Yalçıner köyüne dönmekle iyi mi yaptığını kötü mü yaptığını sanki bugün artık bilemiyor. Kendi gençliğine bu konuda açık bir öneri de yapamıyor. Çünkü köylülerin ve küçük yerleşim birimlerinde yaşayanların olumsuz değişiminden umutsuz ve dertlidir : « Eskide kalmış, küçük yerlerdeki insanların dürüstlüğü, içtenliği, karşılıksızlık ilkesi. O güzelim insanlar da yok olup gitmiş. Son yıllarda uygulanan sosyo-ekonomik politikalarla, oradakiler de bozulmuş. İlişkiler çıkarlar üstüne kurulur olmuş. Çıkar konusunda biraz testere gibi olabilseler anlayacağım! Ama keser olmuşlar, hep kendilerine yontuyorlar. Sonra sözünde durmayanlar, kılık değiştirenler, partiden partiye geçenler, fırıldaklar, el üstünde. İnsanların büyük bir çoğunluğu da almaya gelince koşar, vermeye gelince kaçar olmuş. » (s. 116).

Son derece umutsuz bir sonuç. Bunu yazan, öncesini saymasak bile 1996’dan bu yana küçük bir yerleşim biriminde, oradaki ve çevresindeki insanlarla iç içe kardeş kardeşe yaşayan bir dededir. Evet Yalçıner bugün 62 yaşını devirmiş bir dededir. Bu bağlamda yazdıkları daha da önem kazanıyor. İnsanın içindeki çocuğu, kadını, genci katlettiğinin resmini çiziyor. Okuyucusunun da ciğerini parçalıyor. Bugünkü köylülük, kasabalılık manzarası demek bu. Umut edelim ki bu manzara geçici olsun.

Yapıt a’sından z’sine, yazarının, her biri diğerinden etkileyici ve tümü arasında yadsınamaz bir akrabalık bulunan öykülerinin genel değerlendirmesiyle köylülüğün geçmişinden bugüne derin bir bakış biçiminde de algılanabilir. « Mübadele zamanı »nda « Yorgi’nin altınları »nı iade için koşturan köylüden bugünkü çıkarcılara varılması hiç de iç açıcı değil elbette. Yazarın vurgulamadan ve ille bir mesaj biçiminde iletmeden vardığı ve okuyucusunun da varabileceği sonuç son derece umut kırıcıdır. Ama biraz önce dediğim gibi, bunun geçici olmasını dilemek de mümkün. Bir de bunun neden böyle olduğunu irdelemek lazım. Bu da artık sadece iyi yazarların değil, onlarla birlikte, onların yanında toplumbilimcilerin de işidir. Yazar her şeye rağmen « Umut »ta umut işaretleri de veriyor : « Özgür insanlar yetiştireceksin. Anamızı belledi baskılar. Politik baskı, dinî baskı, sosyal baskı, mahalle baskısı, aile baskısı, içimizdeki çocuğun baskısı. » (s. 9). O zaman işte yapıtın « Umut » isimli birinci öyküsü artık yazarın iletisi olarak da anlamlandırılabilir.

Künye: Mustafa B. Yalçıner: Sümbül Gölü, Etik yayınları, İstanbul, 2009.

(*)http://www.edebiyatodasi.com/news_detail.php?id=3319

4. MUSTAFA B. YALÇINER’İN ÖYKÜLERİ (*)
Hasan AKARSU
Mustafa B. Yalçıner, 1948 Mersin-Gülnar-Gilindire (Aydıncık) doğumlu. 1996’da Gazi Üniversitesi’ndeki görevinden emekli olan yazarın makale ve öyküleri birçok yazın dergisinde yayımlandı. “Toroslar’da Yaşam Erken Başlar” (1) ve “Sümbül Gölü” (2) adlı iki öykü yapıtı olan yazar, kısa öyküleriyle ilgi çekiyor.

Toroslar’da Yaşam Erken Başlar adlı yapıtında, 34 öykü yer alıyor. Önsözde, Vecihi Timuroğlu, onun öykülerini şöyle değerlendiriyor: “Mustafa B. Yalçıner, konuşanın sözünü yanıtlama yöntemini kullanıyor, ama duruma göre, dinleyene yöneltilen söyleme de rastlıyoruz…Kısa öyküde, tek kişinin söyleyişi, olayın akışını da engelleyebilir. Mustafa, bu engeli görmüş ve karşılıklı konuşmaları yeğlemiş…Mustafa, kişileri çok yanlı yansıtma çabasına yöneliyor ara ara…”

Öğretmen Dünyası dergisini izlemeseydim, Saadet Bilir’i, Ali F. Bilir’i tanıyamayacaktım. Onları tanımayınca da Mustafa B. Yalçıner’i tanımayacaktım. Her şey birbirine ne güzel bağlanıyor. Akdeniz gezisinde, Aydıncık (Gilindire) Öğretmenevi’nde üç gece kalmasaydım o yöreye ilgi duymayacaktım belki. Gerçemek dergisi bu değin ilgimi çekmeyecekti. Gilindire öykülerini, Toroslar’ın öykülerini bu değin severek okumayacaktım. Yalçıner, öykülerinde çocukluk anılarına, göç olaylarına, okul yıllarına, konargöçerlerin yaşamlarına yer veriyor. Göç (mübadele) öykülerinden Sarnıç, Hıristo Hasan en çok ilgi çeken öyküler. Yörük Deveci Ali, Berber Petro’nun kızı Athena’ya sevdalı. Zorunlu göç olunca, Petro, kızını sarnıca sarkıtarak Yörük Ali’den saklayıp kurtarmak istiyor. Sevdanın önüne geçilemiyor, Athena’yı, gelenek ve din ayrılığına karşın Yörük Ali’ye veriyor. Demirci Yorgi de malını, eşeğini göç sırasında Hıristo Hasan’a severek bırakıyor.

Gömü arama alışkanlığı Gilindire’de de var. Arama sırasında yaşanan kaza olayları, dinamitle balık avlama sırasındaki kaza olayları, sevgiliye kavuşamama acıları, çok çocuklu ailelerdeki geçim sıkıntıları, hayvan otlatırken çocukların başına gelen olaylar, babanın cüzdanından para çalma, Irmasan Yaylası’ndaki yaşam, Silifke’de liseyi okurken yazarın başından geçen olaylar (Sordururum Sana), Fransız turistlerle ilişkiler vb olaylar başarıyla anlatılıyor öykülerde. “Yalnızlığın Ayak Sesleri”nde, benöyküsel bir anlatım var. Emekli olan yazar, Ankara’dan ayrılıp çocukluğunun geçtiği kasabaya ev yapıp yerleşmek istiyor. Eşi, gelip onu yeniden Ankara’ya götürmek istese de başaramıyor, yalnız dönmek zorunda kalıyor. Yazar, doğduğu yere tutkun. Onun için yurtsama duyguları içinde duyumsadıklarını yansıtıyor. “Yayla Yolunda” hayrat yaptıran Topal Abdullah’ın öyküsünü anlatırken, meşe ağacını ne güzel konuşturuyor:”Ne oldu bu insanlara, çeft de mi toplamaz oldular? Ya develer nereye gitti? İnanır mısın keklikler ötmez, eşekler anırmaz oldu gölgemde” (s.115). İnsanlığın eskilerde kaldığı vurgulanıyor öykülerde, yüreğinin sesini dinleyen insanlar, kuş gribi nedeniyle yakılan hayvanlar, Sivas-Madımak’ta takunyalıların yaktığı insanlar anlatılıyor. Dürüst oldukları halde, çıkar ilişkileri nedeniyle karalanan, ak olduğu bilinen insanlar (Değirmenci Memiş Ağa), paranın gücü kullanılarak öldürülmek istenen ( Mahmut Ağa) insanlar, odun toplarken ırzına geçildiği için intihar eden güzel kızlar (Cemile-Ayıboğan) anlatılıyor. Yazar, her öyküsüne güzel-etkileyici betimlemeyle başlıyor. Baba Gömütü öyküsünde, belediye kararıyla taşınan mezarlar anlatılırken, Musa, 40 yıl önce yitirdiği babasıyla konuşuyor, ona eski konukseverliğin kalmadığını söylediğinde, babasının da “iyi ki ölmüşüm” diyen sesini duyar gibi oluyor.

***

“Sümbül Gölü”nde, 25 öykü yer alıyor. Yaşlı adam Umut’un öyküsünde, karısını yitiren adamın topladığı mücevherleri bir çobana okul yaptırsın, çocuk okutsun diye vermesi anlatılıyor:”…Evet evlat! Çok para var bu torbada. Çıldırtır adamı. Ama sen akıllı davranacaksın, anladın mı beni? Bol bol okul yaptıracaksın. Çocuk okutacaksın. Özgür insanlar yetiştireceksin…” (s.9). Çoban çocuk, torbada cilalı çakıltaşları ve deniz böceği kabukları buluyor mücevher yerine. Unuttuğu sığırlarının ardına düşüyor.

Göç nedeniyle, Yorgi’ye iki altın borcunu ödeyemediği için üzülen Adil’in ruh durumu, dinlence için deniz kıyısındaki kasabasına gelen İngilizce öğretmeni Evren’in karakola götürülürken yaşadığı korku (12 Eylül’ün üstünden bir yıl geçmiş), komşunun bahçesinden babası için salatalık çalarken yakalanan Mülayim’in korkusu, köydeki muhtarlık çekişmesi ve kuraklık sıkıntısı, yalnız yaşayan babaya sahip çıkan kızının tutumu, balık tutarken fırtınaya yakalanan kaptanın umarsızlığı ve cesareti, istediği kızı alamayan delikanlının bunalımı, boş inançların etkisi (Yılan Kavlağı), içindeki çocuğu dinleyen anlatıcının kendisi için yaşayamadığı için duyduğu üzüntüsü (Taşmasa’daki Çocuk), Kilindria’ya dönen Rum’un ata evini arayışı sırasında Berber Petro ile kızı Athena’nın öyküsünü dinleyişi, yüz elli yıllık ceviz ağacının korunması için Orman Mühendisi çıkacak olan Mürşit’in girişimi, yalnız yaşayan insanların sahiplenilmeleri, isyan eden atların öyküleri (Atların İsyanı), Fransız turist kız Nikol’a aşık olan Veysel Kaptan’ın öyküsü (Peşör’ün Öyküsü), emekli olunca bir kasabaya yerleşmeyi düşleyen memurun düşünceleri, 600 yıllık iki servi ağacının söylenceli öyküsü (İkiz Katran), öldürdüğü yılanın eşinden korkan çocuğun çıkmazı (Una Bulanmış Karayılan) vb konular, olaylar başarıyla anlatılıyor öykülerde. Kitaba ad olan “Sümbül Gölü” öyküsünde, ilkyazda arabasıyla Toroslar’a çıkan sürücünün sümbül kokularına tutulup durması, sümbülleri bekleyen kadınlarla konuşması anlatılıyor. Köylü kadınlar çiftçinin durumunu şöyle yansıtıyorlar:”…Birkaç ihtiyar kaldı köyde. Malcılık öldü, çiftçilik öldü. Gençlerin hepsi de terk etti köyü. Ne yapsınlar burada? Şimdiyse sahilde seracılık yapıyorlar. İş nerde, aş orda. Bizse hükümetin verdiği tarla parasıyla idare etmeye çalışıyoruz. Bir de sümbülümüz var…” (s.94). Köylü kadınlar, kırlarda açan sümbülleri toplayıp kente satmaya götürüyorlar, gelir elde ediyorlar. Anlatıcının anımsadıkları bir düş gibi. Sabah ezanı okunurken ayılıp çok içtiğini anlıyor.

Yazar Mustafa B. Yalçıner, kısa öykülerinde, küçük insanların kocaman dünyalarını başarıyla yansıtıyor. Olay öyküleri yazıyor, elöyküsel anlatımı daha çok kullanıyor. Olay kişileri, çevresinde iz bırakan kişiler olup uzun süre belleğinize yerleşiyorlar. Olayların geçtiği yerler Toroslar ve çevresi, deniz kıyısındaki kasaba, yaylalar vb. Betimlemelerinde başarılı olan yazar, olayların geçtiği yerleri, kişileriyle birlikte etkili olarak, yalın bir dille anlatıyor.

(*) 1. Toroslar’da Yaşam Erken Başlar- Mustafa B. Yalçıner, Öyküler, Etik Yayınları, Mart 2008, 176 s.
2. Sümbül Gölü- Mustafa B. Yalçıner, Öyküler, Etik Yayınları, Eylül 2009, 152 s.
(Kültür ve Edebiyat Dergisi Şehir, Nisan 2010)
5. Sayın Mustafa Yalçıner'in öyküleri sadelikle süslenmiş bir güzellik taşıyor. Okuduğum her öyküsü Aydıncık'ı biraz daha tanımamı ve daha çok sevmemi sağlıyor. Beynine, yüreğine sağlık.
01.07.2010

http://uyeler.antoloji.com/halk-ozani-karamanli-nevzat/