KELENDERİS'TEN AYDINCIK'A

KELENDERİS'TEN AYDINCIK'A

11 Haziran 2012 Pazartesi

MATEO FALCONE/Prosper MERIMEE



Porto-Vecchio’dan çıkıp, kuzey batıya yönelirseniz, adanın iç kısımlarında arazinin hızla yükseldiğini görürsünüz ve kocaman kayaların tıkadığı, ara sıra hendeklerin kestiği dolambaçlı patikalarda üç saatlik bir yürüyüşten sonra da çok geniş bir fundalığın kenarına varırsınız. Fundalık, Korsikalı çobanların, kanun kaçakların yurdudur. Korsikalı çiftçilerin, tarlalarına gübre atmaktan kurtulmak için bazı ormanlık alanları ateşe verdiklerini de söylemek gerek. Alevler çiftçilerin yakmak istedikleri alanların daha ötesine yayılırsa da yayılsın! Onlar için hava hoş. Başlarına bir iş gelirse de kaderlerine razı olurlar. Ağaç külleriyle verimi artan bu topraklardan çok iyi ürün alacaklarından eminler. Saplar derilmesi sıkıntı yarattığından yerinde bırakılıp, başaklar toplandığı için, yanmaktan kurtulan ağaç kökleri, ertesi bahara daha gür sürgünler verir. Boyları da bir iki yılda iki buçuk metreye ulaşır. Fundalık diye bu sık çalılığa denir. Tanrının yarattığı şekliyle birbirine girip karışmış çeşitli ağaç ve çalıdan meydana gelir, öylesine sık ve gür olur ki yaban koyunları bile giremez, insan da ancak baltayla bir yol açabilir kendine.

Birini mi öldürdünüz, Porto-Vecchio fundalığına gidin. İyi bir tüfek, biraz barut ve kurşunla orada güven içinde yaşarsınız. Döşek ve yorgan olarak kullanabileceğiniz, başlıklı, kahverengi bir kaput almayı da unutmayın. Çobanlar size süt, peynir, kestane verir. Artık jandarmadan da öldürdüğünüz kişinin akrabalarından da korkmanıza gerek kalmaz ama alışveriş için kente ineceğiniz zaman durum farklı olur elbette.

18.. yılında, ben Korsika’dayken, Mateo Falcone’nin bu fundalığa iki üç km uzaklıkta bir evi vardı. Mateo, bu yöre için hayli varsıl sayılırdı. Yani ağalar gibi hiçbir iş yapmadan yaşar, konargöçer çobanların dağlarda güttükleri sürülerinin geliriyle geçinirdi. Az sonra anlatacağım olaydan iki yıl sonra onunla karşılaştığımda en fazla ellisinde görünüyordu. Ufak tefek ama güçlü, kuvvetli, simsiyah kıvır kıvır saçlı, kartal burunlu, iri gözlü, keskin bakışlı, gün yanığı benizli birisiydi. İyi nişancıların memleketinde bile, nişancılığıyla ün salmıştı. Örneğin Mateo yaban koyununa iri saçmalarla hiç ateş etmezdi ama başından ya da omzundan, canı nereden vurmak isterse, hayvanı bir kuşunla yüz yirmi adımdan yere sererdi. Silah kullanırken, gece gündüz fark etmiyordu onun için. Ustalığı konusunda, Korsika’ya yolu düşmeyenlerin kolay kolay inanamayacakları bir şey anlattılar bana. Seksen adım ileriye yanan bir mum koyarlarmış, önüne de tabak büyüklüğünde saydam bir kâğıt. Mateo nişan alınca, mum söndürülürmüş, bir dakika sonra da o zifiri karanlıkta ateş eder ve dört atışın üçünde kâğıdı delermiş.

Böylesine bir beceri, Mateo Falcone’ye büyük ün kazandırmıştı. Onun için bir dost olduğu kadar da tehlikeli bir düşmandır deniliyordu. Aslında yardımseverdi, yoksullara da sadaka verirdi. Porto-Vecchio ilçesinde herkesle arası iyiydi. Karısı ile evlendiği Corte’de, tehlikeli bir rakibinden zor kurtulmuş. Adam penceresine asılı küçük bir aynanın önünde tıraş olurken vurulup ölmüş. Bu da Mateo’ya mal edilmiş. Olay yatışınca da Mateo, Giuseppa ile evlenmiş. Kadın üst üste üç kız doğurmuş (bu da adamı çileden çıkarmış), sonunda bir oğlan dünyaya getirmiş; Mateo oğlunun adını Fortunato koymuş: Ailenin umudu, soyadını sürdürecek birisi. Mateo’nun kızları hayırlı kocalara varmıştı. Babaları da gerek duyduğunda damatlarının hançerlerine ve tüfeklerine güvenebilirdi. Oğlu daha on yaşındaydı ama şimdiden yetenekli olduğunu belli ediyordu.

Bir sonbahar günü erkenden Mateo, karısıyla fundalığın ağaçsız bir alanındaki sürülerini görmeye gitti. Küçük Fortunato da onlarla gitmek istiyordu ama alan uzaktaydı; üstelik birinin de evi beklemesi gerekiyordu. Babası razı olmadı. Oğlunu götürmediğine pişman olmuş mu olmamış mı göreceğiz.

Mateo gideli henüz birkaç saat olmuştu. Küçük Fortunato ise güneş gören bir yere uzanmış, mor dağları seyrederek gelecek pazar kente onbaşı dayısının evine akşam yemeğine gideceğini düşünürken, birden silah sesiyle irkildi. Ayağa kalktı ve gürültünün geldiği ovaya baktı. Düzensiz aralıklarla ve gittikçe yaklaşan silah sesleri birbirini izliyordu. Çok geçmeden ovadan Mateo’nun evine çıkan patikada bir adam göründü; dağlıların giydiği türden sivri bir başlığı vardı; sakalı uzamıştı, elbisesi de yırtık pırtıktı. Tüfeğine dayanarak güçlükle yürüyordu, kalçasından vurulmuştu.

Bu adam, akşam kente barut almaya giden, dönüşte de Korsikalı korucuların pususuna düşen bir kanun kaçağıydı. Çok iyi bir savunmanın ardından kurtulmuştu ama adamlar hâlâ peşindeydi. Kayaların arasından onlara rastgele ateş ediyordu ama fazla uzaklaşamamıştı. Yaralandığı için gücü kalmamıştı, yakalanmadan makiliğe ulaşması da oldukça zordu.

Fortunato’ya yaklaştı ve ona, “Sen Mateo Falcone’nin oğlu musun” dedi.

-Evet

-Benim adım Gianetto Sanpiero. Sarı yakalılar peşimde. Sakla beni. Kaçacak gücüm kalmadı.

-Babamın izni olmadan seni saklarsam, sonra ne der bana?

-Aferin oğlum, iyi etmişsin der.

-Belli mi olur?

-Haydi, sakla beni, geliyorlar.

-Bekle de babam gelsin.

-Bekleyecek zaman mı var be Allah’ın belası! Beş dakikaya kalmaz, herifler burada olur. Sakla beni yoksa öldürürüm seni.

Fortunato büyük bir soğukkanlılıkla yanıtladı adamı:

-Tüfeğin boş, kütüklüğünde de fişek kalmamış.

-Kamam var ya!

-İyi de, benim kadar hızlı koşabilecek misin?

Yaralı adam şöyle bir atladı ama başaramadı.

-Yani şimdi sen, evinizin önünde beni yakalamalarına izin mi vereceksin? Öyleyse, sen Mateo Falcone’nin oğlu olamazsın.

Çocuk etkilenmiş gibiydi. Adama doğru yaklaşarak, “Peki, seni saklarsam bana ne vereceksin” dedi.

Adam, kemerine asılı deri keseyi karıştırdı. Barut için ayırdığı beş frangı çıkıp gösterdi. Fortunato parayı görünce gülümsedi, alınca da, “Korkma, hallederiz” dedi.

Evin yanındaki kocaman ot yığınında bir yer açtı. Gianetto oraya girip büzüldü. Sonra da çocuk adamın hava alabileceği ve saklandığı izlenimini uyandırmayacak şekilde yeniden kapattı. Ardından şeytanın bile aklına gelmeyecek bir iş yaptı. Ot yığınının son zamanlarda karıştırılmadığı kanısını uyandırmak için gidip, kediyle yavrularını getirdi ve üstüne koydu. Sonra da eve gelen patikadaki kan izlerini fark ederek üstlerini özenli bir şekilde toprakla örttü. Bu işi bitirince de huzur içinde gidip, güneşe yeniden uzandı.

Birkaç dakika sonra, sarı yakalı kahverengi üniforma içinde altı asker ve bir başçavuş kapının önüne dikildiler. Komutan, Falcone’ye uzaktan akraba olurdu. (Akrabalık başka yerlere oranla fazla ciddiye alınmaz Korsika’da.)

Komutanın adı, Theodoro Gamba’ydı; tuttuğunu koparan, peşine düştüğü kanun kaçaklarının korkulu rüyası olan birisiydi.

Fortunato’ya yaklaşarak;

-Merhaba yeğenim, dedi. Maşallah, amma da büyümüşsün! Az önce buradan geçen bir adam gördün mü?

Çocuk alık salık bir tavır takınarak yanıtladı:

-Büyümek nere, ben nere be hısım! Büyüseydim senin kadar olurdum.

-Bir gün o da olacak, yeğenim. Sen şimdi, buradan geçen birisini görmedin mi yani?

-Bir adamın buradan geçip geçmediğini mi soruyorsun?

-Evet. Kadife sivri başlığı ve sarı kırmızı işlemeli ceketi olan biri.

-Sivri başlıklı, sarı kırmızı işlemeli ceketi olan biri mi?

-Evet, çabuk söyle. Ve sözlerimi de tekrarlayıp durma.

-Buradan bu sabah atı Piero ile papaz efendi geçti. Babamın halini hatırını sordu. Ben de…

-Çok komiksin be, kuzen! Bırak şimdi dalga geçmeyi de çabuk söyle ne tarafa gitti Gianetto. Peşindeydik onun, buradan geçtiğinden de adım gibi eminim.

-Nerden bileyim ben?

-Nerden mi bileceksin? Haydi ordan. Ben, senin o adamı gördüğünü biliyorum.

-İnsan uyurken gelip geçeni görür mü hiç?

-Nasıl uyursun be kerata; silah sesine uyanmadın mı?

-Hısım, demek ki siz tüfeklerinizin çok güçlü ses çıkardığına inanıyorsunuz! Babamınki sizinkilere on basar.

-Canın çıksın emi, kılıksız şey! Gianetto denen şu herifi gördüğünden eminim. Kim bilir, belki de saklamışsındır onu. Asker! Eve girin, arayıp tarayın her tarafı. Bakın herif içeride mi değil mi. O hınzır herif öyle seke seke, tek ayağıyla makiliğe gidecek kadar salak değildir. Sonra, kan lekeleri de burada bitiyor.

Fortunato dalga geçercesine sordu;

-Kendisi yokken evine girildiğini öğrenince, bakalım babam ne diyecek.

Gamba Başçavuş, çocuğun kulağını tutarak,

-Ulan serseri, dedi. İstesem seni bülbül gibi öttürürüm; kafana iyi sok bunu. Tamam mı? Kasaturanın yanıyla vurdum mu şöyle yirmi kadar, bak nasıl da konuşursun!

Fortunato kıs kıs gülüyordu. Sonra da;

-Benim babamın adı Mateo Falcone, dedi gururla.

-Seni Corte’ye veya Bastia’ya götürebilirim, bunu biliyorsun değil mi, maymun suratlı? Seni zindana atar, samanların üstünde yatırır, ayağını da zincire vurdururum. Gianetto Sanpiero’nun nerede olduğunu söylemezsen, kelleni bile kestiririm.

Bu gülünç tehditlere çocuk kahkahalar attı. Ardından da az önceki sözünü yineledi.

-Benim babamın adı, Mateo Falcone.

Askerlerin biri usulca;

-Komutanım, Mateo ile bozuşmasak, dedi.

Gamba sıkıntılı görünüyordu. Evi arayıp gelen askerlere alçak sesle bir şeyler söylüyordu. Arama da zaten uzun sürmemişti, çünkü bir Korsikalının kulübesinde dört köşe, tek bir oda olur. Eşya olarak da bir masa, bir iki bank, sandık, av ve mutfak gereçleri bulunur. Küçük Fortunato bir yandan kedisini okşuyor diğer yandan da askerlerin ve komutanın şaşkınlıklarına bakıp kıs kıs gülüyordu.

Askerlerden biri ot yığınına yaklaştı. Kediyi gördü. Süngüyü yığına şöyle bir soktu çekti. Kafasını kurcalayıp duran şeyin gülünç olduğunu anlamıştı sanki. Omuz silkti. Ot yığınında hiçbir kıpırtı olmadı. Çocuğun yüzünde de en ufak bir heyecan belirtisi yoktu.

Başçavuş ve askerleri “Canı cehenneme!” demek üzereydiler. Askerler, geldikleri yere dönmeye hazır oldukları için, ovadan yana ciddi ciddi bakıp dururlarken, tehditlerin Falcone’nin oğlunu hiç etkilemediğini gören komutanları ise son bir çaba daha sarf ederek çocuğu tatlılıkla ve hediyeyle kendi tarafına çekmek istedi.

-Sevgili yeğenim, dedi, sen pek uyanık birine benziyorsun! İleride de büyük adam olacaksın. Ama benimle kötü bir oyun oynuyorsun. Akrabam Mateo’yu üzmeyeceğimi bilsem, vallahi de billahi de seni alıp götürürüm.

-Siz öyle zannedin. Götüremezsiniz ki!

-Görürsün sen. Gelince Mateo’ya işin aslını anlatacağım, yalan söylediğin için de eşşek sudan gelinceye kadar dövecek seni.

-Siz öyle zannedin!

-Eh, sen bilirsin… Ancak akıllı olup, adamın nereye gittiğini söylersen ben de sana bir şey veririm.

-Hısım, ben de size bir şey diyeyim mi? Biraz daha geç kalırsanız, Gianetto fundalığa varır, o zaman da atı alan Üsküdar’ı çoktan geçer. Başçavuş cebinden gümüş bir saat çıkardı, rahatlıkla elli frank ederdi. Saate bakarken Fortunato’nun gözlerinin parladığını fark edince, çelik kösteğinden tutup sallayarak çocuğa;

-Kerata! Şöyle bir saati boynuna takmak istemez misin? Porto-Vecchio sokaklarında kostak kostak dolaşırsın. “Saat kaç” diyenlere de saatime bakın dersin.

-Onbaşı dayım bana, büyüyünce bir saat alıverecekmiş.

-İyi de onun oğlu senden küçük ama çoktandır saati var bile. Fakat gerçeği söylemek gerekirse onunki bu kadar güzel değil.

Çocuğun içi gitti.

-Aslan yeğenim! Şimdi bu saat senin olsun, istemez misin?

Fortunato saate, kendinin ciğere baktığı gibi bakıyordu. Kendisine koca bir ciğer uzatılan kedi, dalga geçildiğini anladığı için sıçrayıp kapmaz ve nefsine yenik düşmemek için de gözlerini başka yöne çevirir. Buna rağmen yalanmaktan da kendini alamaz ve sahibine, “Böyle de şaka olmaz ki,” der gibidir.

Oysa Gamba başçavuş, saati gösterirken hiç de şaka yapar gibi değildi. Fortunato elini uzatmadı ama acı bir gülümsemeyle;

-Benimle neden dalga geçiyorsunuz, dedi.

-Vallahi dalga geçmiyorum. Gianetto’nun yerini söyle, saat senin olsun.

Fortunato inanmadığını göstermek için önce bir kahkaha attı ardından da kara gözlerini dikti başçavuşunkilere, sözlerine güvenip güvenemeyeceğini anlamaya çalıştı.

-Adamın yerini söylersen, saat senin olacak, dedi. Vermezsem, şu apoletlerimi söksünler! Sözünden dönen namerttir, askerler de şahit olsun.

Bunları derken de saati gıdım gıdım yaklaştırıyordu. Çocuğun solgun yanağına değdi değecekti. Fortunato’nun içinde başlayan, misafire gösterilmesi gereken saygı ile açgözlülük arasındaki savaşımı yüzüne yansımıştı. Çıplak göğsü hızla inip kalkıyordu, boğulacak gibiydi. Saat durmadan sallanıyor, dönüyor ve arada bir de çocuğun burnuna değip geçiyordu. Sonunda Fortunato, sağ elini yavaş yavaş saate doğru kaldırdı: Parmaklarının ucuyla dokundu; onu avucunda tartarken, komutan da kösteğin ucundan tutuyordu… Kadranı gök mavisiydi… Madeni kısmı da yeni parlatılmıştı. Alev almış gibiydi güneşte de. Karşı konulamazdı bu çekiciliğe.

Fortunato sol elini de kaldırdı ve başparmağıyla omzunun üzerinden, yaslandığı ot yığınını gösterdi. Başçavuş hemen anladı. Kösteğin ucunu bıraktı; Fortunato saatin tek sahibi olduğunu duyumsadı. Bir kedi çevikliğiyle ot yığınından on adım uzaklaştı. Askerler çabucak yığını dağıtmaya başladılar.

Çok geçmeden otların kımıldadığını gördüler; elinde kamasıyla, kan içinde kalmış bir adam çıktı. Ayağa kalkmaya çalışıyordu ama yarası soğuduğu için yapamadı. Yığılıp kaldı. Başçavuş üstüne atladı ve kamasını elinden aldı. Adam direndi ama fayda etmedi. Askerler onu sımsıkı bağladı.

Yere uzatılmış, bir odun yükü gibi bağlanmış Gianetto, yanına gelen Fortunato’ya baktı ve öfkeden çok, aşağılayıcı bir tavırla bağırdı:

-… çocuğu!

Çocuk, artık hak etmediğini düşünerek aldığı parayı adama fırlattı. Ancak kanun kaçağı onun bu hareketini görmezden geldi. Büyük bir soğukkanlılıkla başçavuşa da, “Sevgili Gamba, yürüyecek halde değilim; kente kadar beni sırtınızda taşımak zorunda kalacaksınız” dedi.

-Demin bir karacadan daha hızlı koşuyordun, dedi acımasız muzaffer komutan. Merak etme. Seni ele geçirdiğime öyle memnunum ki dört beş km. sırtımda da taşısam yorulmam. Kaputunu da kullanarak ağaçtan bir sedye yapacağız zaten. Crespoli çitliğinden de at isteyeceğiz.

-Tamam o zaman. Ha, bu arada sedyenize biraz ot koyun da daha rahat edeyim.

Askerlerin bir kısmı kestane dallarından sedye yapmaya diğerleri de Gianetto’nun yarasını sarmaya çalışıken, Mateo Falcone ile karısı, fundalığa giden patikanın büklümünde göründüler. Sırtında kocaman bir kestane çuvalı, kadın iki büklüm ilerlerken, kocası birini omzuna asmış diğeri elinde, iki tüfekle salına salına geliyordu. Erkek dediğin de silahtan başka bir şey taşımaz zaten.

Askerleri görünce, Mateo ilk önce kendisini tutuklamaya geldiklerini düşündü. İyi de neden böyle düşünmüştü ki! Mateo’nun adliyeyle bir işi mi vardı ki? Olamazdı. Anlı şanlı birisiydi, o. Herkesin dediği gibi namuslu bir vatandaştı ama yine de Korsikalıydı, dağlıydı. Belleğini şöyle bir yokladığında silah çekme, bıçaklama, hovardalık gibi eften püften suçu olmayan çok az dağlı Kosikalı vardır. Mateo bir başkasına oranla daha rahattı çünkü on küsur yıldır tüfeğini hiç kimseye doğrultmamıştı ama yine de temkinliydi, konumunu gerektiğinde kendini koruyacak şekilde ayarladı. Karısı Giuseppa’ya;

-Avrat, dedi, yükünü indir ve hazır ol.

Kadın, kocasının sözüne hemen uydu. Mateo, rahat edemeyeceğini düşünerek, omzundaki tüfeği ona uzattı. Elindekine mermi sürdü ve yavaş yavaş eve doğru yürüdü. Yol boyundaki ağaçların dibinden ilerliyordu, en küçük bir düşmanlık belirtisinde de kendisini iri gövdeli bir ağacın arkasına atmayı ve oradan ateş etmeyi kafasına koymuştu. Karısıysa yedek tüfek ve fişeklik elinde, eşinin peşinden yürüyordu. Çarpışma başladığında akıllı bir kadının görevi, kocasının tüfeklerini doldurmaktır.

Öte yandan başçavuş, Mateo’nun, tüfeğini doğrultmuş, parmağı tetikte, temkinli adımlarla kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce çok telaşlandı.

“Ya Mateo, Gianetto’nun akrabası ya da dostuysa” diye düşündü. “Onu korumaya kalkarsa, iki tüfekten çıkan mermiler, adrese teslim mektup gibi bizden iki kişiyi vurabilir, ya bir de akraba falan demeden nişan alıp bana ateş ederse!”

Ne yapacağını bilemiyordu; birden cesurca bir karar verdi: Mateo’ya eski bir ahbap olarak yaklaşarak olup biteni anlatmak için tek başına ona doğru yürüdü. Aralarındaki o kısa mesafe oldukça uzun göründü gözüne.

“Hey, can dostum,” dedi “nasılsın, sevgili kardeşim? Ben, Gamba. Yeğenin.”

Mateo yanıt vermeden durdu. Gamba konuştukça, o tüfeğinin namlusunu ağır ağır havaya doğrultuyordu, başçavuş yanına geldiğinde de namlunun ucu iyice gökyüzüne çevrilmişti.

Başçavuş elini uzatarak;

-Kardeşim, merhaba dedi. Uzun zamandır görüşememiştik.

-Merhaba, kardeş!

-Geçerken hem sana hem de yengem Pepo’ya bir merhaba demek istemiştim. Bugün uzun bir yol yürüdük ama yorulmaya değdi, iyi bir iş başardık. Gianetto Sanpiero’yu enseledik.

-Allah sizlerden razı olsun, dedi Giuseppa. Geçen hafta sağmal bir keçimizi çalmıştı.

Gamba’nın hoşuna gitti bu sözler.

“Gariban,” dedi Mateo, “ne yapsın, aç kalmıştır.”

Bu söze de biraz alınan başçavuş konuşmasını sürdürdü:

-Rezil herif aslan kesildi; askerlerimden birini de öldürdü. Bununla da yetinmedi Chardon onbaşının kolunu kırdı; gerçi çok da önemli değil, ne de olsa Fransız... Sonra herifçioğlu öyle bir saklanmıştı ki şeytan bile bulamazdı yerini. Eğer aslan yeğenim Fortunato olmasaydı, onu bulmam olanaksızdı.

Mateo;

-Fortunato mu dedin?

Giuseppa da sordu aynı soruyu:

-Fortunato, ha?

-Evet. Gianetto aha şu ot yığınına girip saklanmış ama sevgili yeğenim Fortunato, adamın yerini gösterdi. Onbaşı dayısından, bu iyiliğinin karşılığı olarak ona güzel bir hediye göndermesini isteyeceğim. Savcılığa vereceğim raporda hem ondan hem de senden söz edeceğim.

-Allah kahretsin, dedi Mateo alçak bir sesle.

Askerlerin yanına geldiler. Gianetto sedyeye çoktan yatırılmış, götürülmeye hazırdı. Gamba ile birlikte gelen Mateo’ya, anlamlı bir gülümsemeyle baktı sonra da başını evin kapısına çevirdi ve eşiğe tükürdü;

-Hainler!

Mateo Falcone’ye ölümüne susamış birisi ancak hain diyebilirdi. Kamayı tek sokuşta, hakaret eden kişinin işini bitiriverirdi. Oysa şimdi Mateo, bitkin bir adam gibi sadece elini alnına götürdü.

Fortunato, babasının geldiğini görünce eve girmişti. Elinde bir tas sütle dışarı çıktı. Yere bakarak tası Gianetto’ya uzattı. Gianetto da yeri göğü inletircesine kükredi:

-Yıkıl karşımdan!

Sonra askerlerden birine dönerek;

-Arkadaş bana biraz su ver, dedi.

Asker matarasını uzattı, kanun kaçağı da biraz önce silahlı çatışmaya girdiği adamın verdiği suyu içti. Sonra ellerinin arkada değil de göğsünün üstünde bağlanmasını istedi.

“Öyle daha rahat ederim” dedi.

İsteğini hemen yerine getirdiler, sonra başçavuş hareket emri verdi. Mateo’ya hoşça kal, dedi ama yanıt alamadı. Hızlı adımlarla ovaya doğru inmeye başladılar.

On dakika kadar Mateo’nun ağzını bıçak açmadı. Çocuk endişeyle bakışlarını bir anasına bir babasına çeviriyordu. Babasıysa tüfeğine dayanmış, öfkesi burnunda, oğluna yiyecekmiş gibi bakıyordu. Sonunda Mateo, sakin ama kendisini tanıyanları korkutacak bir sesle;

-Ya sabır, dedi.

Çocuk yaşlı gözlerle,

-Babacığım, dedi ve ayaklarına kapanmak üzere fırladı yerinden.

Fakat Mateo bağırdı;

-Geri dur benden!

Çocuk babasına birkaç adım kala durdu, kıpırdamadan hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Giuseppa yaklaştı. Fortunato’nun gömleğinden ucu sarkan kösteği gördü. Sertçe sordu;

-Kim verdi sana bu saati?

-Hısımımız Başçavuş.

Falcone saati aldı, olanca gücüyle çarptı taşa, paramparça etti.

“Avrat” dedi, “bu çocuk gerçekten benden mi?”

Giuseppa’nın gün yanığı yanakları tuğla kırmızısına kesti.

-Saçmalama Mateo! Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu, senin?

-Bu çocuk var ya bu çocuk, soyumuzun ilk yüzkarası.

Fortunato’nun hıçkırıkları ve hıkları arttı. Falcone’nin keskin bakışları çivilenip kalmıştı oğlunun üstünde. Tüfeğin dipçiğini yere vurdu sonra da omuzladı. Fortunato’ya, “Çabuk ol, düş peşime” diyerek yeniden fundalığın yolunu tuttu. Çocuk da onu izledi.

Giuseppa, Mateo’nun arkasından koştu ve bileğinden çekti. Kara gözlerini kocasınınkilerden ayırmadan, aklından geçenleri okumuş gibi titrek bir sesle ona, “Senin oğlun bu, sensin babası” dedi.

-Bırak, dedi Mateo. Babası bensem...

Giuseppa çocuğuna sarılıp öptü sonra da ağlayarak kulübesine girdi. Meryem Ana’nın resmi önünde diz çöktü ve yalvarıp yakardı, dualar etti. Bu arada Falcone patikada iki yüz adım kadar yürüdü. Bir koyakta durdu, aşağıya indi. Tüfeğinin dipçiğiyle toprağı yokladı. Yumuşaktı, kazılması kolaydı. Burası düşüncesine tam uygun bir yerdi.

“Fortunato, şu koca taşın yanına geç.”

Çocuk babasının dediğini yaptı sonra da diz çöktü.

-Haydi, bildiğin bütün duaları oku.

-Babacığım, babacığım, ne olusun, kıyma canıma.

-Dua et, dedi Mateo korkunç bir sesle.

Çocuk kekeleyerek ve hıçkırarak, Pater ve Credo dualarını okudu. Babası her duanın sonunda yüksek sesle “Âmin” diyordu.

-Bildiğin duaların hepsi bu kadar mı?

-Babacığım Ave Maria ile teyzemin öğrettiği o duayı da biliyorum.

-Çok uzun sürer ama zararı yok.

Çocuk, kilisede okunan o uzun duayı da kısık bir sesle tamamladı.

-Bitirdin mi?

-Babacığım, babacığım! Elini ayağını öpeyim. Bağışla beni! Bir daha yapmayacağım! Onbaşı dayıma yalvarıp, Gianetto’nun bağışlanmasını da sağlayacağım.

Çocuk hâlâ yalvarıp duruyordu; Mateo ise tüfeğini doldurup, yanağına dayamıştı.

“Tanrı seni affetsin!”

Çocuk doğrulup, babasının ayaklarına kapanmak için çabaladı ama zamanı yetmedi. Mateo ateş etti; Fortunato yığılıp kaldı.

Oğlunun cansız bedenine dönüp bakmadan, onu gömmek için evine kazma kürek almaya gidiyordu. Daha birkaç adım ya atmış ya da atmamıştı ki silah sesini duyunca korkuya kapılarak koşup gelen Giuseppa ile karşılaştı.

Kadın;

-Ne yaptın? diye bayırdı.

-Gereğini.

-Oğlum nerede?

-Dere kenarında. Biraz sonra da gömeceğim. Dini bütün gitti. Onun için bir de ayin düzenleteceğim. Damadım Tiodoro Bianchi’ye de haber gönderin. Göçünü yükleyip, yanımıza gelsin.
1829


(*) Fransızcadan çeviren: Mustafa B.Yalçıner

Öykünün yayımlandığı kitabın adı: Colomba et 10 autres nouvelles Editions Gallimard, 1964, s. 23-37

Bu öykü, Çağdaş Türk Dili Dergisinin Haziran 2012 sayısında da yayımlandı.