KELENDERİS'TEN AYDINCIK'A

KELENDERİS'TEN AYDINCIK'A

26 Ekim 2011 Çarşamba

BAŞKANIN KOLTUĞU


Çağdaş Türk Dili’nin Temmuz 2011 sayısında yayımlanan “Başbakanın Koltuğu” öyküsünde Muzaffer İzgü, 23 Nisanda başbakanın koltuğuna oturacak ilköğretim öğrencisi Yunus’un ve diğer öykü kahramanlarının bu olay karşısındaki kişilik yansımalarını ele almıştır.
“Başbakanın Koltuğu”, yazar, anlatıcı ve ana kahramanın örtüştüğü bir öyküdür. Olay, ana kahramanın bakış açısından anlatılıyor. Ana kahramanı yönlendiren, ona yardımcı olan kişi çocuğun öğretmenidir. Zıt karakter ise başbakandır. Diğer kahramanlar da, okurun ana kahramanı tanımasına yardımcı olmaktadır.
Yunus, dokuz yaşında, sınıf birincisi, arkadaşlarıyla hiç kavga etmeyen, kimseye bağırıp çağırmayan, paltosunu ve önlüğünü dolabına asan ilköğretim üçüncü sınıf öğrencisidir. Bu bilgiler öykü içerisine serpiştirilmiş olup, birçok kişi tarafından veriliyor: Yunus’un üçüncü sınıfta ve dokuz yaşında olduğunu anneannesinden öğreniyoruz. Sınıf birincisi olduğunu bir öğrencinin, “Başbakan da sınıf birincisi miydi öğretmenim?” sorusundan çıkarıyoruz. Arkadaşlarıyla hiç kavga etmediğini, kimseye bağırıp çağırmadığını, paltosunu ve önlüğünü dolabına astığını da bizzat Yunus’un kendisinden duyuyoruz.
Okur, zıt karakter başbakan hakkındaki bilgileri ise Yunus ve başbakanın kendisinden öğreniyor.
“Ben başbakanı çok iyi biliyorum. Onu televizyonda konuşurken izliyorum, hiç gülmüyor, hep bağırıyor, kaşlarını çatıyor, sanki karşısındakiyle kavga ediyor…”
Başbakan ise başbakan hakkında şunları söylüyor: “Tamam Yunus” diyor, “şimdi sen başbakansın, ister asarsın, ister kesersin…”
Diğer kahramanlara gelince, onlar da Yunus’a verilen bu görevden kendilerine pay çıkarmak, gururlanmak ve övünmek istemektedir:
Anneanne, “Ay yavrum Yunusum, inşallah gerçek başbakan olursun” diye dua ediyor. Yunus’un televizyondaki görüntülerini banda alacak, onları Yunus’un çocuklarına gösterecek, “Bakın çocuklar, bakın, babanız başbakanken…” diyecek.
Yunus’un annesi, “Benim oğlum bana benzer, o kadar” diyerek bunu bir övünç vesilesi olarak görmektedir.
Okul müdürü, “ Aman çok dikkatli ol Yunus, haydi bakalım okulumuzun yüzünü kara çıkarma” diye tembihliyor.
Yunus’un öğretmeni sözleri ve davranışıyla öğrencisini sakinleştirmeye ve ona yol yordam göstermeye çalışmaktadır.
Ama gerek müdür gerekse öğretmen, yönetimin baskısını üzerlerinde hissediyor olmalı ki her ikisi de aşağı yukarı aynı cümleleri yineliyor: “Başbakan ne derse yap… Başbakanı dinleyeceksin, senden ne isterse yapacaksın…”
Öykünün giriş bölümü ile sonuç bölümü arasındaki uyum da oldukça hoştur. Başlangıçta başbakanın koltuğuna oturacak bir çocuktan söz ediliyor. Sonuçtaysa aynı çocuk, başbakanlıktan koşarak dışarı çıkıyor. Okur, çocuğun başbakanla ne konuşacağını, ondan neler isteyeceğini merak ederken beklenmedik bir sonla karşılaşıyor. Giriş ile sonuç arasındaki bu uyum, öykünün mimarisinde tutarlılığın kanıtıdır; yazar için de duygu ve düşüncülerini, dünya görüşünü açıklayabilmesi bakımından ayrıcalıklı bir araçtır. Muzaffer İzgü, ta ilk cümleden itibaren sorun ya da sorunları ortaya koymaya başlamış, öykünün sonuç bölümünde de çözüm getirmiştir. Sonucun başlangıçla hangi yollarla, hangi değişimler aracılığıyla farklılaştığını büyük bir ustalıkla göstermiştir.
Oldukça yalın, dokuz yaşındaki bir çocuğa yakışan bir dil kullanılmış. Ara sıra da onun bilemediği deyimle alay edilmiştir. Müdür, “ Okulumuzun yüzünü kara çıkarma” deyince, Yunus kendi kendine, “Okulumuzun yüzünün kararması ne demek? Okulumuzun yüzü var mı ki,” demiştir. Ayrıca “Çişim mi var?”, “Ya başbakan bana, ‘haydi zeybek oyunu oyna bakalım Yunus’ derse ne yapacağım?”, “Haydi yavrum Yunus Başbakan, şuradan bize iki acılı Adana söyle” cümleleri ile “ay”, “amanın”, “oh”, “uuuu”, “uf”, “ah”, “hıh” gibi ünlemler öyküye ayrı bir tat vermektedir.
Öyküde birkaç gün süren olay, zamandizinsel sıra izlemektedir. Anlatı zamanındaysa geriye dönüşler, ileriye sıçrayışlar bolca kullanılmıştır. Şimdiki zamanla başlayan öykü, bir bakmışsınız gelecek zamanla devam ediyor, derken geçmiş zamana kayıvermiş. Bu geçişler, bir izlek ve anlam bütünlüğü çerçevesinde olduğu için de okuru rahatsız etmiyor, tam tersine öykünün mizah özelliğini pekiştiriyor. Ayrıca gidişgelişler uzun sürmediği için de öykü, temposundan hiçbir şey kaybetmiyor.
Birkaç günlük bir olay, üç sayfada anlatılmış. Anlatının kompozisyonuna baktığımızda, neredeyse iki sayfası öykünün giriş bölümünü oluşturuyor ve başlangıç durumunu ele alıyor ayrıca sonuç hakkında gizli gizli ipuçları veriyor. Gelişme bölümü, geriye kalan tek sayfanın yarısında başlıyor. Konuklar başbakanlıktan gelen özel bir araçla yola çıkıyorlar. Yunus, başbakan ile tanışıyor. Onun koltuğuna oturuyor. Başbakanın, “Şimdi artık sen başbakansın, ister asarsın, ister kesersin…” cümlesi çocuğun aklını başından alıyor. “Amanın işte, aklıma gelen başıma geldi,” cümlesiyle gerilim başlıyor. Çocuğun koltuktan fırlayıverip, “Ben asamam öğretmenim, ben kesemem öğretmenim! Buraya asanlar, kesenler otursun öğretmenim!” demesiyle de beklenmedik bir şekilde sona eriyor öykü.
Yunus’un başbakanlığa girmesiyle mekân daralmaya başlıyor; “Eh artık, ben yürüyor muyum, yoksa uçuyor muyum, bilemiyorum” cümlesinden de anlaşılacağı gibi kapalı mekân çocuğu heyecanlandırıyor. Dar ve kapalı mekân aynı zamanda “Çişim mi var?” “Yok, yok…” “Uzanan kimin eli? Ay, ay, ay…” “başbakanın eli…” gibi kısa kısa cümlelerle dilde de gözlemleniyor. Ancak Yunus koltuktan fırlayıp, geniş mekâna çıkınca rahatlıyor ve “Ay, ben başbakanlık koridorlarını biliyormuşum be…” “İki dakika sonra bahçedeydim. Kapıya doğru koşuyordum” cümlelerinde de görüldüğü gibi rahatlama artık dilde de kendini duyumsatıyor.
Muzaffer İzgü olayı anlatırken neden sonuç ilişkisine girmemiştir. Soruna çözüm de getirmemiş, yalnızca olup biteni okurun gözleri önüne sermiştir. Bunu yaparken de ne aşağılayan bir tutum ne de yol gösterici bir yaklaşım izlemiştir. O yalnızca, çağına toplumsal ve politik açıdan tanıklık etmiş, öykü kişilerinin duygu ve düşüncelerini hatta edimlerini gözler önüne sermiştir. Yazar özel bir çaba sarf etmemiş ama yine de okuru düşündürüp şaşırtmıştır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: “Başbakanın Koltuğu”, okunması ve okutulması gereken bir öyküdür.
Çağdaş Türk Dili
EKİM 2011, 284. SAYI

9 Ekim 2011 Pazar

MERSİN (SONSES) - Anamur'da, sanatında 40. yılını geride bırakan ünlü yazar Osman Şahin'le söyleşi düzenlendi.


Eğitim-Sen Anamur Şubesi tarafından düzenlenen söyleşiye gazeteci-yazar Güngör Türkeli, öykü yazarı Mustafa Yalçıner, Kütüphaneler Genel Müdürlüğü'nden emekli Gökçin Yalçın, sendika üyeleri ve davetliler katıldı.
Söyleşi'de Türkeli, Yalçıner ve Yalçın, yazar Şahin'in hayatını, sanatçı kişiliğini ve edebi özelliklerini anlattı.
Gökçin Yalçın, Anamur'da Osman Şahin sinema günleri düzenlenerek Şahin'in eserlerinden sinemaya uyarlanmış filmlerin gösterilmesi önerisinde bulundu.
Bu öneriyi olumlu karşılayan Eğitim-Sen Anamur Şubesi Temsilcisi Mustafa Bakır, bu konuda gerekli girişimlerde bulunacaklarını söyledi.
Daha sonra söz alan Osman Şahin, Ahmed Arif'in ''Anadolu?yum ben'' adlı şirini okuyarak başladığı konuşmasında şunları kaydetti:
''Çocukluğum benim zenginliğimdir. Sıfırın altından başlamak bazen iyidir. Her şeye yeniden başlıyorsunuz. 10 yaşında köy enstitüsüne gittiğimde kaç numara ayakkabı giyiyorsun diye soruldu ne diyeceğimi bilemedim. Ben o zamana kadar bir insanın ayağının numarası olacağını bilmiyordum. Çünkü ben o zamana kadar yalın ayaktım. Bunları acındırmak için anlatmıyorum. Bir çağdaş Alman yazar 'bir yazarın çocukluğu onun baka kasasıdır' diyor.''
Şahin, Bulgaristan'ın Rusçuk kenti doğumlu Elias Canetti ve birçok Türk yazarın söylediği ''yazarın sanatı kendi ülkesinin acıları üstünde yükselmelidir'' sözünden etkilendiğini belirterek, ''Kendi ülkesinin acısını görmeyen bir sanatçı sanatçı sayılmaz. Kalemini satmış sanatçı zaten sanatçı değildir. Bir yazar dünyada nereyi iyi biliyorsa orayı yazmalıdır. Bugün en büyük romancılara baktığımızda onlarında en iyi bildikleri yerleri yazdıklarını görürüz'' dedi.
''Karacaoğlan'a Yunus'a sahip olmak bizim şansımız ve zenginliğimiz'' diyen Osman Şahin, 17 yaşında öğretmelik yapmak için gittiği Güneydoğu'da gördükleri ve yaşadıklarının kendini yazar yaptığını belirterek, ''Fırat'ın kıyısında yaşadıklarım beni yazar yaptı'' diye konuştu.



08.10.2011 - 11:15


8 Ekim 2011 Cumartesi

OSMAN ŞAHİN İLE ANAMUR'DA

Takvim yaprakları 6 Ekim 2011 Perşembe’yi gösteriyor. Yazar Osman Şahin, Mersin’den Aydıncık’a gelecek. Eşimle onu bekliyoruz, emekli felsefe öğretmeni İhsan Sezer de yanımızda. Öğleye doğru geliyor Osman Şahin, yüzü hep güleç. “Canım kardeşim” diyerek sarılıyoruz birbirimize. Öykü yazarı Nazmi Bayrı da iniyor arabadan, kucaklaşıyoruz.Biraz dinlendikten sonra limana gidiyoruz Kelenderis Mozaiğini görmek için.
Öğle yemeğinden sonra da yola düşüyoruz Anamur’a gitmek üzere.
Osman Şahin’in 40. sanat yılı vesilesiyle 4 Ekim’de Adana’da, 5 Ekim’de Mersin’de etkinlikler düzenlenmişti. 6 Ekim akşamı da Anamur Eğitim-Sen Temsilciliği’nde bir söyleşi yapacağız.
Nazmi Bayrı, İhsan Bey’in arabasına biniyor. Osman Şahin benim arabamda. Yoğun bir sohbet. Ne hızlı geçiyor zaman, ne çabuk bitiyor kıvrım kıvrım yollar!
Anamur’da Esya otele iniyoruz. Otelin sahibi Yakup Uygunkubaş, eşi, kızı, oğlu hepsi candan davranıyor. Evimizde gibi duyumsuyoruz kendimizi. Gazeteci yazar Güngör Türkeli karşılıyor bizi orada. Daha sonra şair Muhammet Güzel ile şair Murat Koçak da katılıyor aramıza.
Akşam yemeğinden sonra söyleşi yerine ulaşıyoruz. Eski Kütüphaneler Genel Müdürü Gökçin Yalçın bizden önce gelmiş Eğitim-Sen’e. Salon dolmuş, ilgi yoğun.
Konuşmacılar olarak alıyoruz yerlerimizi. Konuşmaya Güngör Türkeli başlıyor. Gökçin Yalçın’ın konuşmasıyla sürüyor toplantı. Ve sıra bana gelince ben de yapıyorum konuşmamı.

Değerli Konuklar,
Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Bu etkinliği düzenleyen Anamur Eğitim-Sen temsilciliğine ve düzenlenmesinde emeği geçen dostlara şükranlarımı sunuyorum. Toplantının baş konuğu, değerli yazarımız, ustam Osman Şahin’e de hoş geldin diyor, kendisini yürek yükü sevgiyle kucaklıyorum.
Osman Şahin benim öykü ustamdır. Beni öyküye o özendirdi. Çıktığım öykü yolculuğunda da hiç yalnız bırakmadı, desteğini asla esirgemedi. “Sümbül Gölü” adlı öykü kitabımın isim babası oldu, tanıtım yazısını yazdı.
40. sanat yılını kutlama etkinliğinde ustamla yan yana olmak, bana gurur ve heyecan veriyor. Heyecanlanıyorum çünkü çırağın ustası hakkında, hem de onun yanında konuşması zor zanaat. Yalnızca bu değil, doktora tezlerine konu olacak bir yazarı 20/25 dakikaya sığdırarak, onunla ilgili damıtılmış bilgiler sunmak da kolay değil.
Evet, Değerli Dostlar!
Zamanımız sınırlı olduğu için ben sizlere kısaca ustamın yaşamöyküsünden, edebi kişiliğinden ve öykücülüğünden söz edeceğim.
Osman Şahin, Mersin Aslanköy’de bir kuzlukta doğar. On üç çocuklu, yoksul bir Yörük ailesinde geçer ilk çocukluğu. Fistanlı, yalınayak, başıkabak, kaybolursa çabuk bulunsun diye de boynuna asılmış bir çanla dolaşıp durur kıl çadırın çevresinde.
Beş yaşlarındayken yılan sokar Osman’ı. Ne yol ne araba ne de para vardır hastaneye götürmek için. Kızgın demirle dağlarlar yılanın soktuğu yeri. Sütle temizlerler yarasını.
Okula başlar Osman. Çıra ışığında, senit üzerinde ders çalışır. Boş zamanlarında da oğlak güder.
İlkokulu bitirince sınava girer ve Diyarbakır Dicle Köy Enstitüsünü kazanır. Nasırlı ayakları ilk kez çorap ve ayakkabıyla tanışır. Osman Şahin de insan ayağının bir numarası olduğunu burada öğrenir.
“İkinci doğum yerim” dediği köy enstitüsünü bitirerek, soran, soruşturan, aydınlanmacı bir öğretmen olur. Daha sonra da Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi Bölümünü bitirip, spor öğretmenliği yapar çeşitli illerde.
Derken yazar olur; 30 kadar kitabın, bir o kadar da senaryonun altına imzasını atar. Öykücü ve senarist olarak da ödül üstüne ödül alır 15’i öykülerden, 35’i filmlerden. Öyküleri yabancı dillere çevrilir. “Obruk Bekçisi” öyküsünü ben de Fransızcaya çevirdim ve bir öykü antolojisinde yer aldı. Daha sonra da “Son Yörük” ü çevirdim Fransızcaya.
25’e yakın öyküsü filmleştirilir: Züğürt Ağa/ Kızgın Toprak/ Firar/ Kurbağalar/ Avcı/ Tomruk/ Kibar Feyzo/ Fırat’ın Cinleri/ Yağmurdan Sonra/ bu filmlerden bazılarıdır.
Osman Şahin’in edebi kişiliğine gelince, o toplumcu gerçekçi bir yazardır ve her şeye eleştirel bakar. Onun öykülerinin görünmeyen yüzünde devletin, düzenin, insanın eleştirisi vardır. Devlet varlığını gerektiği gibi duyumsatmadığı zaman, şeyhin, ağanın dediği yasa, yaptığı töre olur. Bu durumda da onların emrindeki insanlar bir türlü yurttaş olamaz hep kul kalır. Topraksızlığı, yoksulluğu, sömürülmeyi, cehaleti yazgı olarak kabullenir. Böyle olunca da mutluluğu öteki dünyada aramaya kalkar.
Ülke sorunlarına duyarsız kalamayan Osman Şahin, yapıtlarında feodal yapının, törenin, geleneğin esiri olmuş, ezilmiş, acı çeken insanı anlatır.
Osman şahin, gözlemci gerçekçilikten beslenen bir yazardır. Öğretmen olarak atandığı Doğu ve Güneydoğu’da, gözlemlediklerinden, yaşadıklarından ve duyduklarından müthiş öyküler çıkarmıştır. Ayrıca 1978 yılındaki bir roman eleştirisi yüzünden hakkında açılan davada 12 Eylül Döneminde 18 aya mahkûm olur. Hapishanede yaşadıklarından, gözlemlerinden diğer mahkûmlardan duyduklarından oluşan öyküler yer alır “Kolları Bağlı Doğan”da. Bu kitap tam bir 12 Eylül belgeseli tam bir hapishane edebiyatıdır. “Firar” buradaki bir öyküden filme alınmıştır.
Evet, değerli edebiyatseverler!
İnsandan, yaşamdan, gerçekten kopuk bir edebiyat anlayışına karşı olan Osman şahin, adını duyurduğu “Kırmızı Yel”den son öykü kitabı “Darağacı Avı”na kadar toplumcu gerçekçi edebiyat anlayışından, hiçbir zaman ödün vermemiş, başkalarının istediklerini değil kendi içinden gelenleri yazmış, kalemini satmamış, her koşulda dimdik durmasını bilmiş, Atatürkçü bir yazardır.
Romanları, araştırma yazıları, röportajları da olan Osman Şahin daha çok öykücü olarak tanınır. Öykücülüğü hakkında da kısaca şunları söyleyebiliriz:
Osman Şahin olay öykücüsüdür; ancak olay onun için bir amaç değil insanı ve yaşamı sorgulamak, insanın insanla ve doğayla ilişkilerini sergilemek için bir araçtır. Osman Şahin, olayı anlatırken olay karşısında insanın kişilik yansımalarını gözler önüne serer, olayın geçtiği yöredeki ekonomik ve toplumsal yapıyı, namus ve töre kavramını, kadın erkek ilişlilerini, insanların duygu ve davranışlarını etkileyen, biçimleyen, yönlendiren koşulları eleştirel bir bakışla ele alır. Yazarımız, okurlarına yoğun bir şok yaşatmak, akıllarını bulandırmak, yüreklerini titretmek için de olaydan yararlanır.
Olay, kısa bir zaman diliminde olup biter; öyle haftalara, aylara, yıllara giden, bir ömür içeren konular ele alınmaz. Dolayısıyla Osman Şahin’in öykülerinde zaman da mekân da sınırlıdır.
“Yazar, en iyi nereyi ve neyi biliyorsa onu yazar” diyen Şahin’in ilk öykülerinde olay, kişi ve mekân Doğu’ya aittir. Sınıf arkadaşı Adnan Binyazar, Osman Şahin’e “ Sen aslına dön, Toroslar’ı anlat, nasıl olsa Doğu’yu anlatan var” deyince de Şahin kendi yöresini yazmaya başlar ama yine de bırakmamıştır Doğu’yu. Doğu’yu anlatan yazarlardan farkı ise, Osman şahin’in olay ve kişilere daha insanca bakmış, daha insanca yaklaşmış olmasıdır.
Osman Şahin’in çocukluk yılları Toroslar’da geçmiştir. Çocukluğunda yaşadıklarından, duyduklarından ya da daha sonraları kendisine anlatılan olaylardan müthiş öyküler yaratmıştır. Dört kuşak geri dedesi Çolak Osman Ağa efsanelerinden çok güzel öyküler avlamıştır. Yazarımız her iki bölgeyi de çok iyi tanıdığından, öykülerinde ikisinden de asla vazgeçememiştir.
Öykülerinin kurgusu oldukça sağlamdır. Giriş ile sonuç arasında gayet güzel bir uyum vardır. Öykü mimarı Osman Şahin, okuru etkilemesini çok iyi bilir. Onu öykünün içine çekmek, heyecanlandırmak, merak ettirmek, öyküyü bırakmasına izin vermemek onun en önemli özelliklerinden biridir. Onun öykülerinde müthiş bir gerilim, zaman zaman hızlı bir tempo dikkat çeker.
Ayrıca okur çoğu kez onun öykülerinde, öykü içinde öyküyle karşılaşır: Geri dönüşlerle öykü kahramanları ya da olayla ilgili çok çarpıcı kısa bilgiler verir. Verdiği o birkaç cümlelik bilgi, bir bakmışsınız bir başka zaman kocaman bir öykü olup çıkmıştır. “Ölüm Oyunu” öyküsü buna açık seçik bir örnektir: İdris, babasının katili Hamit’i ormanda kıstırıp öldürür, cesedini de bozulup kokuncaya, kurtlanıncaya kadar ayaklarından asılı bırakır ağaçta. Osman Şahin’in “Ölüm Oyunları” adlı öykü kitabı 2002’de çıkmıştı. Sekiz yıl sonra çıkan “Darağacı Avı”, işte o öyküde geçen üç cümlelik bilginin tam yirmi yedi sayfada anlatılmış biçimidir.
İdris’i kovalayan kardeşlerin babası da onun babasını kan davası nedeniyle pusuya düşürerek değirmende öldürmüş, cesedini taşa bağlayarak saatlerce döndürmüş, kurbanına eziyet etmiş. Kim bilir, bir gün bir bakarsınız Osman Şahin, bu kısacık bilgiden de müthiş bir öykü çıkarır.
Dil konusunda çok titizdir, Osman Şahin. “Dilimizi toprağımızı korur gibi korumalıyız. Çocuklarımıza bırakabileceğimiz en büyük servet, zengin, temiz bir Türkçe olmalıdır” der.
Türkçenin sunduğu olanaklardan çok iyi yararlanan, sözcükleri bir kuyumcu titizliğiyle seçip kullanan Osman Şahin, konuşma dilinden uzak, düzgün, temiz, anlaşılır, akıcı, şiirsel bir öykü dili kullanır. Çıplak ve düz bir anlatım yerine betimlemelere, imgelere, simgelere, çağrışımlara başvurur. Olayın geçtiği bölgeye özgü sözcük ve deyimlerden de yararlanmasını bilir. Okur da bu öykülerde belki de ömründe ilk kez duyduğu “Ağız içinde dil gibi”, “Ağzı kör olasıca”, “Dağın başındaki su kimseye ait değildir” gibi sözcük ve sözcük öbekleriyle, deyim ve atasözleriyle karşılaşır.
Değerli Dostlar!
Konusuyla, kurgusuyla, mesajıyla, diliyle kırk yıldan beri yazınımıza birbirinden değerli yapıtlar kazandıran ustam Osman Şahin’in 40. sanat yılını en içten duygularımla bir kez daha kutluyor, kendisine saygılarımı sunuyorum. Sizlere de dikkat ve sabrınız için teşekkür ediyorum.
En son Osman Şahin konuşuyor ve soruları yanıtlıyor.

10 Mayıs 2011 Salı

YALÇINER'E ÖZEL ÖDÜL!

Antalya Güncel Sanat Dergisi tarafından düzenlenen Kısa Öykü ve Kaygusuz Abdal Şiir Yarışması sonucunda, öykü bölümünde Aydıncıklı yazar Mustafa Yalçıner ’’Akdeniz Özel Ödülü’’ aldı.

Mustafa Yalçıner, yaptığı açıklamada, Güncel Sanat Dergisi'nin düzenlediği, Kısa Öykü ve Kaygusuz Abdal Şiir Yarışması'nın öykü bölümüne ''Sabrın Bedeli'' adlı öyküyle katıldığını belirtti.

Yalçıner, şunları kaydetti:

''Bir Akdenizli olarak Akdeniz Öykü Ödülü almaktan onur duydum. Güncel Sanat Dergisi ile TED Alanya Koleji tarafından Alanya'da düzenlenen Alanyalı Halk Ozanı Kaygusuz Abdal Sempozyumu ve Ödül Töreni'ne davet edildim. Akdeniz Özel Ödülü’ne layık görüldüğüm için mutluluk duyuyorum.''


9 Mayıs 2011 Pazartesi

SABRIN BEDELİ, AKDENİZ ÖYKÜ ÖDÜLÜ ALDI




“Kaygusuz Abdal Öykü Yarışması (2011) Akdeniz Öykü Ödülü, “Sabrın Bedeli” adlı öyküme verildi. Güncel Sanat Dergisi ile TED Alanya Koleji tarafından 4-5 Mayıs 2011 tarihleri arasında Alanya’da düzenlenen Alanyalı Halk Ozanı Kaygusuz Abdal Sempozyumu ve Ödül Töreni’ne davet edildim. 4 Mayıs 2011 tarihinde Alanya Ticaret ve Sanayi Odası’nda düzenlenen, çok sayıda yazar, şair, öğrenci ve davetlinin katıldığı tören sırasında, öykümün teması ve vermek istediği mesajı hakkında bir konuşma yaptım. Ardından da TED Alanya Kolejinden iki öğrenci öykümü seslendirdi. TED Alanya Koleji Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Hulki Çakıcı plaketimi verdi. Güncel Sanat Dergisi de kitap seti hediye etti ve kazandı belgesi verdi.
Güncel Sanat Dergisi’nin Mayıs-Haziran 2011 sayısında da, benimle yapılan röportaj ile ödül alan öyküm “Sabrın Bedeli” yayımlandı.


AYRINTILI BİLGİ İÇİN

22 Şubat 2011 Salı

ÖYKÜLERİMDE MEKÂN: TAŞELİ YÖRESİ



Mekân için öyküdeki olayın geçtiği yerin fotoğrafı diyebiliriz. Bu fotoğrafta görülen her şey, mekânla ilgilidir. Ama öyküde, mekânı oluşturan öğelerin tümü, fotoğrafta olduğu gibi, bir anda görülmez. Mekânla ilgili bilgiler, okurun karşısına okuma süresince çıkar.

Öyküde mekân, olay ve kahraman için gerekli bir coğrafyadır. Bu coğrafya, fizikî olduğu kadar da beşerîdir ve olayın geçtiği yörenin doğası, bitki örtüsü, iklimi, insanlarının yaşantıları, gelenek ve görenekleri hakkında, az da olsa bilgiler içerir. Verilen bu bilgiler de, okurun öykü kahramanını tanımasına, davranışının nedenini anlamasına yardımcı olur. Emile Zola’nın da dediği gibi, “Kişi mekânından ayrı düşünülemez; elbisesi, evi, yaşadığı köy ya da kasaba hatta bölgesi onun davranışını etkiler.”

Ayrıca öykü kahramanının kişiliğini biçimlendiren, davranışlarını yönlendiren sosyopolitik yapı da, mekân yardımıyla anlaşılır.

Mekân genelde yazarın daha önceden yaşadığı, fotoğrafını çekip belleğine yerleştirdiği ya da hayalinde canlandırdığı yerlerdir. Bu mekânda geçen yer adları, bitki ve hayvan varlığı, insanların giyim kuşamı, kullanılan dil, okuru belli bir bölgeye ya da kente götürür. Ama şurası da unutulmamalıdır ki yazar, anlattığı yerden bazı öğeleri çıkarır ya da mantıklı olmak kaydıyla oraya bazı unsurları da ekleyebilir. Bu nedenle anlatılan yer ile kurgulanan mekân birebir örtüşmeyebilir. Bu nedenle öykünün mekânı anlatılan coğrafya hakkında gerçek bir belge olarak görülmemelidir.

Benim öykülerimde mekân, Taşeli yöresidir. Öykülerimin büyük bir kısmında konu bu yöreden devşirildiğinden, kişiler de yöre insanlarıdır.

Orta Toroslar’da yer alan Taşeli, adından da anlaşılacağı gibi taşın bol olduğu yer anlamına gelir. Bir başka deyişle toprak azdır oralarda. Ormanlar yakılıp tarla haline getirilmiştir. Tarım ve hayvancılık tek geçim kaynağıdır. Halkın büyük çoğunluğu yoksuldur. Bu yoksulluğu yenmenin yolu da ya okumak ya da büyük bir kente göçmektir.

Taşeli, Yörük yurdudur. Yörede konargöçer Sarıkeçili Yörükleri yaşamaktadır. Bu insanlar, keçileriyle, develeriyle yaya olarak, ilkyazda yaylalara, havaların soğumaya başlamasıyla da sahile yakın yerlere göçerler. Ormanda, kıl çadırda yaşayan Yörüklere bir dokunsanız bin “ah!” işitirsiniz.

Yine Taşeli, Müslümanlarla Hıristiyanların Mübadeleye kadar birlikte, kardeşçe yaşamış olduğu yöredir. Ezan ve çan sesleri yıllarca birbirine karışmıştır. İki toplumun bireyleri arasındaki aşklar yaşanmıştır.

Sonra çeşitli medeniyetlere beşiklik etmiş olan Orta Toroslar, tarih kokar, mitoloji kokar, varoluş öyküsüne sahip onlarca bitki barındırır bağrında. Örneğin Adonis, murt, mersin ya da hambeles’ten doğmuştur. Adonis’in kanından meydana gelen dağlaleleri kızartır Taşeli topraklarını. Meşe, defne, servi, anemon, sümbül söz konusu olunca, Apollon’u, hyakinthos’u, Afrodit’i, Adonis’i görür gibi olur insan oralarda.

Okurlarım, öykülerimde Taşeli’nde gezinir. Halkın geçim sıkıntısına, köyden kente göçün sonuçlarına, hayvancılığın tükenişine, bencilleşmeye, çeşitli baskılara, yabancılaşmaya, kaybedilen değerlere, Sarıkeçili Yörüklerinin sorunlarına da tanık olur.

Öykülerimi avladığım Taşeli, benim için bir sevdadır. Taşeli yöresi ozanlarından Karacaoğlan’ın bir dizesiyle noktalayalım konuyu da.

“Arılar da konmaz oldu pürene
Şükür olsun bu sevdayı verene”